25 Ocak akşamı Atina’nın Klafthmonos meydanında bayram vardı. Dudaklarda Bella Ciao şarkısı ; başlar, altı yıldır ilk kez dikti. Seçim zaferinin mimarı, Alexis Tsipras, o akşam kısa ve özlü konuştu. Günün tarihi önemini vurguladıktan sonra, « önceliğimiz geçmişin yaralarını sarmak », diyordu, « adaleti sağlamak ve ‘establishment’den, oligarklardan, yozlaşmadan kopmak.. ». Ve meydandaki pankartlardan birinde de, aslında daha yeni başlayan kavgayı özetleyen bir cümle okunuyordu. «Gute Nacht, Frau Merkel»: İyi geceler, Merkel Hanım!
Bilmiyoruz o akşam Merkel Hanım iyi uyudu mu? Fakat şunu çok iyi biliyoruz: kavga henüz başlıyor; hem de Yunanistan’ı çok aşan bir coğrafyada! Ve belki ilk işaret de Fransa’dan, zirveden gelmişti. Cumhurbaşkanı Hollande, Tsipras’ı ilk kutlayanlardan biri oluyor, hatta onu 12 Şubat’ta Avrupa Konseyi toplanmadan önce Paris’te ağırlamak istiyordu.
Kimse «AB sosyal-demokrasisinden ne beklenir ki?» diye dudak bükmesin! Üstelik Sosyalist Parti’nin ağır topları daha da açık konuştular. Örneğin «yeniden büyüme yoluna giren, iş yaratan, borçlarını ödeyen bir Yunanistan», diyordu Moscovici, «bütün Avrupa’nın istediği bir şey». Galiba asıl Merkel’in uykusunu kaçıran da, yeni AB İktisadi İşler Komiserinin bu sözleri oldu. Demir Şansölye herhalde durumu iyice anlamak ve de gelişmeleri tekrar rayına oturtmak için hemen Hollande’ı görüşmeye çağırdı. Strasbourg’a; AB Parlamentosu Başkanı Martin Schulz aracılığıyla..
Evet, Moscovici «büyüme» dedi ; belki de şimdilik.. Merkel ise «kemer sıkma» diyor. Ve belli ki, o, ısrarcı olacak… Oysa asıl büyük kavga da işte bu ikilemde, girift sınıf kavgalarını gizleyen bu iki «uzlaşmaz» sözcükte yatıyor. Şimdi olanları anlamaya çalışalım. Bugünden geçmişe uzanarak..
***
Önce bir saptama: Ortada fetiş bir rakam dolaşıyor: 317 milyar Avro. Yunanların toplam borcunu ifade ediyor. 147 milyarı AB istikrar fonuna; 32’si IMF’ye; 53’ü –çok taraflı anlaşmalarla- devletlere; 27’si AB Merkez Bankası’na ve nihayet 53 milyarı da özel yatırımcılara. Öncelik bunların, diyor neo-liberal politikacılar; bunlar aslında bizim değil, halklarımızın parası; bunları ödemek için kemerleri sıkmalı, sıkı bir bütçe politikası izlemelisiniz. Ve biz de ancak bu şartla 28 Şubat’ta bitecek olan ikinci yardım planından sonra yeni bir plana, üçüncüsüne geçebiliriz.
Tsipras ise «artık yeter! diye karşılık veriyor; halkımızı daha fazla perişan edemeyiz; biz bu kadar parayı ödeyemeyiz; gelin borçlardan bir kısmını silelim; kalan kısmını da yeni bir takvime bağlayalım».
Peki ne olacak? Ya alacaklılar cephesi «hayır!» derse? Ya akan paralar durursa? Ne yapacaklar o zaman Tsipras ve arkadaşları? Değirmenin suyu nereden gelecek? Büyüme nasıl sağlanacak? Fakat hayret! «bekleyin, göreceksiniz!» diyor yeni hükümet sözcüleri, gayet kendilerinden emin bir şekilde.
İyi de, bu koşullarda bu kendine güven nereden geliyor? Şimdi gözlerimizi biraz geçmişe çevirelim.
***
Syriza Partisi Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra Yunanistan Komünist Partisi (KKE) içinde yaşanan krizden doğdu. Parti, daha önce de Moskova çizgisini izleyenlerle AB yanlıları arasında iki kanada ayrılmıştı. Krizden sonra «Dış Komünist Parti» denilen ortodoks yönetim, militanların büyük bir kısmını ve bu arada Merkez Komitesi’nin de yarısına yakınını içeren «reformist» kesimi partiden kovdu. Kovulanlar ise Synaspismós adı altında tamamen bağımsız bir parti kurdular. Gerçek adı «Ekoloji, Sosyal hareketler ve Sol Koalisyonu» olan, fakat pratikte SYN olarak anılan bu parti 2004 yılında oluşan Radikal Sol Koalisyon’a (Syriza) katıldı ve Syriza 2013’te partileşince de kendisini feshederek Syriza içinde eridi.
İşler 2004’te sol koalisyon kurulduktan sonra, özellikle de 2008 krizini izleyen yıllarda çok daha hızlanmıştı. 2009 seçimlerinde oyların %4,6’sını alan Syriza, 2012 yılında oy oranını %16, 8’e çıkardı ve bir ay sonra yenilenen seçimlerde de bu oranı %26,9’a taşıyarak iktidara aday olduğuna herkesi inandırdı. Yalnız bu arada Yunanistan seçim sistemiyle ilgili bir noktayı belirtmemiz gerekiyor. Yunanistan’da seçimlerde nisbi temsil sistemi uygulanıyor ve partilerin Meclis’e girebilmeleri için de en az %3 oy almaları gerekiyor. Baraj %3. Buna karşılık seçimde en çok oy almış partiler de bir çeşit «bonus» olarak fazladan 50 milletvekilliğine sahip oluyorlar. İşte Syriza’nın partileşmesinde bu özellik rol oynadı. O zamana kadar partiler koalisyonu olan ve «bonus» şansından yoksun olan Syriza, iktidar yürüyüşüne başlayınca 2013 yılında partileşti ve 25 Ocak 2015 seçimlerinde de oyların %36,4 ile -Yeni Demokrasi Partisi’ni 8,5 puan geride bırakarak- iktidara gelmeyi başardı. Zaten 2012 seçimlerinden sonra temel sloganını da değiştirmiş, «Protesto oyu istemiyoruz; ülkeyi yönetmek için oy istiyoruz» sloganını benimsemişti.
Ne var ki seçim kazanmak ve hükümeti kurmak, her zaman iktidar olmak anlamına gelmiyor ve seçim kazanmış bir partinin halkı inandıran bir programa, sağlam sınıfsal dayanaklara da sahip olması gerekiyor. Syriza bunları da düşünmüş, bu konularda da gerekli önlemleri almış mıydı?
***
Aslında yönetici kadro bunları da düşünmüştü ve 2012 yılında, Parti’yi iktidar yoluna sokan seçimlerden sonra bu konuları tartışmak üzere parti içinde çok önemli bir tartışmayı başlatmıştı. Yetkin iktisatçıların katıldığı ve temel konusu «Avro» olan bu tartışmalar partiyi ikiye bölmüş ve ülkenin Avro sisteminden çıkmasını isteyen güçlü bir grubun ortaya çıkmasına yol açmıştı. Yunan toplum bilimci G. Moschonas’a göre, paradoksal olarak, parti dinamiğini de bu ikileşme sağladı. Kaldı ki Parti’de «kemer sıkma» politikasına «hayır» diyenlerin ağır bastığı da açıktı.
Sonra ne oldu?
Sonra bu dinamik parti programına da yansıdı ve Syrıza 2015 seçimlerine adeta AB’ye meydan okuyan bir programla girdi: Özelleştirmeler derhal durdurulacaktı; asgari ücret 580 Avro’dan, 751 Avro’ya (2050 TL) çıkarılacaktı; maaşı 700 Avro’dan az olan emeklilere fazladan bir aylık maaş daha verilecekti; yoksullara elektrik bedava dağıtılacaktı; yaklaşık dörtte biri sağlık sigortasından yoksun olan halk bu hizmetlerden bedava yararlanabilecekti ve işten çıkarılanların bir kısmı da yeniden işe alınacaklardı.. Kısaca Syriza, AB’ye, moda formülle, «Grexit’e bile hazırız!» diyordu. Fransız iş çevrelerini yansıtan bir gazeteye göre Tsipras ve arkadaşları «Yunanların onurunu korumak için kanlarını bile dökeceklerini» ilan etmişlerdi. (Les Echos, 28 Ocak).
Kuşkusuz bu retorik ve hükümet kurulur kurulmaz gerçekleştirilmeye başlanan vaatler, alacaklı cephenin, yani ünlü Troyka’nın (AB Komisyonu; AB Merkez Bankası ve IMF) kolayca yutacağı lokmalar değildi. Onlar da son otuz yıldır Yunanistan’a yapılan yardımları; AB fonlarından akıtılan yüz milyarın üstünde karşılıksız avroyu; tahrif edilen bütçe hesaplarını hatırlatıyor ve «paraları yerken iyiydi de, diyorlardı, şimdi sıra borçları ödemeye gelince mi yan çizmeye başlıyorsunuz?».
Doğrudur, onlarca yıl Yunanistan’a AB fonları akmış, ülkede milli gelir yükselmiş, refah artmış ve bundan, karınca kararınca, kuşkusuz yoksul tabakalar da yararlanmıştı. Ne var ki 2008’de krizin patlamasından sonra durum giderek kötüleşmiş ve varılan nokta halk sınıfları için bir felaket şeklini almıştı. Son altı yıl içinde uygulanan kemer sıkma politikalarıyla milli gelir 1/4 oranında azalmış; işsizlik oranı %27’yi (gençlerde %50’yi) bulmuş; halkın %30’u da yoksulluk sınırının altına düşmüştü. Seçim kampanyasında ülkenin tünelden çıktığını, Yunanistan’ın 2015’te %2’nin üstünde büyüme sağlayacağını söyleyen tutucu Başbakan Samaras’a, Tsipras’ın ekonomi danışmanı bu gerçekleri hatırlatmıştı. Bugün Ekonomi Bakanı olan George Stathakis, Samaras’a «bu mu kalkınma?» diye sormuştu. 2012 yılında da krediler yenilenirken, bugün Maliye Bakanı olan Yanis Varoufakis, Yunan Merkez Bankası Başkanı’na «Yunanistan iflas halindedir; sana vermeye hazır oldukları şey, aslında seni asacakları iptir ; demişti; onu reddetmeli, onun yerine birlikte tırmanacağımız bir merdiven istemelisin». Yunanistan bugünkü «borcu borçla ödediği» duruma böyle gelmişti. Şimdi aynı Varoufakis, bu kez Yunanistan Maliye Bakanı olarak, bugün AB sözcüleri ile görüşmeleri yürütüyor.
***
Kısaca Yunanistan’a akıtılan fonlar halka refah değil, sonunda yoksulluk getirmişti. Ve bunun böyle olacağı biraz da başından belliydi. Çünkü Yunanistan ekonomisine on kadar aile egemendir ve -Wikileaks belgelerinde bile kaydedildiği gibi- bu aileler tutucu siyasi kadrolarla çok sıkı ilişkiler içinde bulunuyorlar. İnşaat faaliyetlerini, deniz ticaretini, medyayı kontrol eden, futbol kulüplerine sahip olan bu aileler, özelleştirme operasyonlarının da baş kazançlısı oldular. Bunların başında gelen Latsis ailesine ait bir şirket, tek bir ihalede 620 hektarlık (6,2 milyon dönüm) bir sanayi arazisinin (Atina eski Hellinikon hava alanı sitesi) işletmesini üstlenmiş bulunuyor.
Peki, ya bunlara oy veren Yunan halkı? Ya özgür halk iradesi? Ya demokrasi? Geçelim. Adına «küreselleşme» denilen finans batakhanesinde, medya oligarklarının günlük bombardımanı altında, hangi ülkede, hangi halk kendi adamlarını iktidara taşımış bulunuyor ki? Berlusconi’yi yıllarca iktidarda tutan İtalyan halkı mı? Yoksa bugün seçim yapılsa Marine le Pen’i seçecek gibi görünen Fransız halkı mı? Tabii, arka sıralarda, Erdoğan’ı cunhurbaşkanı yapan Türk halkını da unutmadan,,, Şimdi tam da Yunanlar, burjuva demokrasilerinin hilelerine isyan ederek ayaklanmışken, onlarla tüm halkların dayanışma içinde olması, Syriza düşmanlarının tüm halkların da düşmanı olduğunu unutmaması gerekmez mi?
***
Aslında bugün temel sorun şudur: Syriza 25 Ocak gecesi başlattığı bayram şenliğini devam ettirebilecek mi? Yunan halkı, zorla oturtulduğu kurtlar sofrasından başı dik ayrılabilecek mi? Koyu milliyetçi Bağımsızlar Partisi ile koalisyon yapması, «bu ülkede Yahudiler, Budistler, Müslümanlar vergi vermiyor» diyebilen Kammenos efendiyi yanına oturtabilmesi şimdiden telafisi güç bir handikap teşkil etmiyor mu? Yine şimdiden «borçlarımın hepsini ödeyeceğim» demeye başlaması düş kırıcı bir işaret sayılmaz mı?
Ne yazık ki tarih hiçbir zaman devrimcilerin önüne dikensiz almaşıklar sunmuyor. Parlamentoda mutlak çoğunluğu elde edemeyen Syriza’nın da karşısında üç olası ortak vardı. Bunlardan 15 vekillik kazanmış olan Komünist Partisi ile koalisyon kuramazdı; çünkü zaten ondan koparak kurulmuş bir partiydi. Meclis’te 17 vekil ile temsil edilen To Potami (Nehir) ile de kuramazdı; çünkü AB yanlısı bu Nehir, Troyka’ya doğru akıyordu. Geriye bağımsızlar kalıyordu ki, onunla tek, fakat en önemli noktada anlaşma halindeydi: Artık Troyka’ya «güle güle!» demek zamanı gelmişti. Kemer sıkma almaşığından başka türlü kurtuluş yolu kalmamıştı. İşte koalisyon böyle kuruldu ve şimdi Atina’da, Brüksel’de, Berlin’de yürütülen kavga, çok geniş bir coğrafyada hüküm süren neo-liberal düzenin kirli çamaşırlarını ortaya dökmeye çalışıyor. Bunu çoktan anlamış bulunan İspanyol Podemos’u ve 22 Ocak günü Syriza’nun son mitingini, onlarla yan yana kutladı. Sloganları «Yapabiliriz!» idi ve Kanadalı şair Leonard Cohen’in «First, we take Manhattan, then we take Berlin» şarkısını söylüyorlardı.
***
Syriza başladığı onurlu kavgayı nasıl sonlandıracak?
Söyledik, çapı küçük görünse de bu kavga aslında tüm halkların kavgasını temsil ediyor. Halkların borca boğularak boyunduruk altına alınmasına ve ezilmesine karşı isyanını.. Bir noktaya gelindi, Yunan halkı «olamaz, dedi; artık olamaz; boğuluyorum!». Dileyelim ki bu kavgadan zaferle çıksınlar. Dilemekle de kalmayalım, karınca kararınca, bütün olanaklarımızı seferber edelim. Çünkü bu bizim halkımızın da kavgası.. Hem de iki yüz yıllık kavgası.. Resmi yüzüyle, hepsinde de yenilgi ile çıktığımız «Islahat» kavgalarımız…
Aslında Osmanlı köleleşmesi borçla değil tazminatla başlamıştı.. Art ardına Rusya yenilgilerinden sonra empoze edilen ağır tazminatlarla.. Kırım Savaşı’ndan sonra bunlara bir de borç ve faizleri eklendi. Saray’ın kanatları altında, paşa, mültezim ve sarraf troykası bunları halkın sırtına yüklemekte doğrusu pek mahirdi. Ve zavallı halk da bunları, sonuna kadar, «paşa, paşa» ödedi. Vakanüvis Ahmet Lutfi Efendi’nin dediği gibi «deyni deyn ile ifa usulü» ile, yani borcu borçla ödeyerek ve sonunda da iflasa sürüklenerek..
Eski hikaye Cumhuriyet’te, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, yeniden başladı. Truman Doktrini ile, ikili anlaşmalarla.. Ve krizler, borç ödeyememe, «70 sente muhtaç» olma durumları da yeniden yaşandı. Öyle ki bunların sonuncusunda artık bizim halk da isyan etti ve tüm iktidar partilerini öfkeyle defterinden sildi. 2001 bütçesinin tam yarısı borç ve faiz ödemelerine ayrıldıktan sonra..
Sildi de ne yaptı? İktidarı ve denkleşmiş bütçeyi kendi zenginlerini yetiştirmeye hevesli, açgözlü ve yeteneksiz bir kadroya teslim etti. Yeşil bayrak altında. Şimdi komşu bir halk isyan etmiş, oyunu bozuyor; neo-liberal düzenin pisliklerini sergiliyor; bizim uşak kalemler de onları nasıl karalayacağını bilemiyorlar.. Tam da efendilerinin metal işçilerinin grevlerini kırdıkları bir sırada..Ve bu arada borç defterimiz de her gün biraz daha kabarıyor.. Gerçek şu ki Syriza bizim sadece geçmişimize değil, geleceğimize de ışık tutuyor..