Uyku gözlerimizi okşamaya başlayınca çay içmek için yol üstünde, rengârenk ışıkları olan küçük bir yerin önüne park ettik otomobili.
Mekânın girişinde altmışlı yaşlarında bir garson kravatını düzelterek kapıyı açıp bizi içeri buyur ederken soruyorum: ‘Çay içebilir miyiz?’ diye. “Hay hay,” diyerek bizi alıp boş bir masaya oturtuyor. Garsondan iki çay rica ettikten sonra çevreyi gözlerimle keşfetmeye çalışıyorum.
Televizyonda “Türkühane” programında türkü söyleyen kadını, masalarda oturanlar izlerken sohbetlerinin arasında çay bardaklarını sanki “şerefe” der gibi kaldırıp derin yudumlarla içiyorlar. Masalarda az da olsa kadınlar da var.
Biz de gelen çaylarımızı yudumluyoruz. Çay nefis, damak tadımıza uygun. Çünkü kaçak çay demlenmiş.
Çayı keyifle yudumlarken genç bir garson masamıza “ikramımız,” diyerek karışık bir çerez tabağı bırakıyor. Çerezler, yaşadığımız kentteki otuz yıllık çerezcininken daha taze. Şaşırıyorum tabii. İki çay daha söylüyoruz. Bu arada mekânı yarım bıraktığım yerden süzmeye devam ediyorum. Izgara, sulu yemek, fast food, çerez ve oyuncak bölümünün yanı sıra abur cubur yiyeceklerin de de satıldığı bir bölüm var mekânda. Alan küçük ama mekân komple bir tesis hizmeti veriyor.
İkinci çaylarımızı yudumlarken garson bu kez masamıza toprak bir kap içinde bembeyaz bir yoğurt bırakıyor. Tam ben ‘biz istemedik…’ demeye hazırlanırken garson lafı ağzıma tıkıyor: “Bu da ikramımız.”
Alıyor beni bir düşünce; ikişer çay içtik, kaç kuruş eder ki? Yanında çerez ve yoğurt… İkramlar biraz eziyor beni doğrusu.
Ben hafiften ezilmeye başlamışken sırtıma bir el dokunuyor ve “Hoş geldin beyim,” diyor ve bir anda kendimi tanımadığım adamla şapur şupur öpüşürken buluyorum. Eşimin ise sadece elini sıkmakla yetiniyor. Adamın tavrından mekânın sahibi olduğunu anlıyorum. Bir arzumuz, isteğimiz olup olmadığını soruyor. Teşekkür ediyoruz. Hemen bardakta bekleyen çayımı yudumluyorum.
Vallahi kim ne derse desin insan eziliyor bu ikramlar ve ilgi karşısında; çayı bitirip hemen kasaya gidiyorum. Şimdi ben nasıl sadece dört çayın parasını ödeyip de kuru bir teşekkürle bu mekândan ayrılayım? Yıllardır metropollerde yaşasak de özünde biz de taşra çocuğuyuz.
Emekli filan olduğumu unutup peş peşe mekânda satılanlardan birer kilo satın alıp parasını ödüyorum. İki elimdeki poşetleri otomobile yerleştirirken eşim soruyor: “Hayrola seferberlik mi ilan edildi?” Aslında eşim de biliyor onca şeyi niye aldığımı da şakaya vuruyor. Ben sadece ‘Adam insan kompetanı olmuş,’ diyerek koltuğuma oturuyorum.
Aracın far ışıklarında düşüncelere dalıp gidiyorum. Yaşadığımız kentin Cuma Pazarı’nda da aynı çay içtiğimiz işletmenin patronu gibi bir peynirci var. Sadece bana değil, tüm müşterilerine aynı şekilde davranıyor. Almak istediğim peynirden azıcık tatmak istiyorum. Peynirci bıçağını derinden daldırıp koca bir kesek peyniri bıçağının ucunda ağzıma dayıyor. Tadımı tam bitirecekken bu kez kafasına göre başka bir peynirden kestiği parçayı ağzıma sokarcasına uzatıyor. Kaşar, çeçil, koyun peyniri… diye bu seremoni devam ediyor. Taa midemde peynirin sığacağı yer kalmayana dek. Hani yanımda ekmek götürsem en az bir öğünü aradan çıkartırım! Tabii insanın mizacı zor değişiyor; bu tattırma bombardımanının sonunda dört beş çeşit peynirle eve dönüyorum.
Yukarıda anlattığım iki esnafın satış ve müşteri örgütleme yöntemini düşününce gayet başarılı buluyorum.
Öte yandan kafam Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın yayınladığı rapora gidiyor. Türkiye’de nüfusun 39.8’i yardıma muhtaç, 8 milyon aile ve toplamda otuz milyon beş yüz bin kişi yardım alıyor, seçmenlerin de 10 milyonu devletten yardım alıyormuş. Ülkemizde çaycı ve peynirciden daha usta politikacılar var demek! Çaresiz halkın Anadolu’da “Hiç yoktan iyidir,” demesine şimdi ben nasıl kızayım?
***
Çaycı ve peynirci gibi davrananlar karşısında sadece halk mı ezikleniyor diye düşünürken birden babam geliyor aklıma.
Küçüklüğümden beri ne zaman babamla birlikte bir markete, lokantaya, balık pazarına gitsek; bir şeyler alırken bir tanıdığına rastlarsa; bu tanıdıklar da genellikle savcı, hâkim, polis müdürü, doktor gibi mevki-makam sahibi kimseler olurdu. İmam-hoca, hele öğretmen babamın bu skalasında hiç yer almazdı. Bugün düşününce hak veriyorum kendisine; adam, devletin kilit noktalarındaki yetkilileri önemsiyor, devleti çözmüş! Tabii o zamanlar imamın-hocanın şimdiki gibi devlette yıldızı parlamamış, o yüzden onlarla bir işi olmuyor babamın.
***
Üniversiteyi uzatmalı da olsa bitirmeme yakın, yine bir Pazar günü rutini bozmayıp babamla birlikte arkadaşı Kara Salim’in yerine gittik İncesu’da. Evin et ihtiyacını set hâlinde; kıyma, kuş başı, kemikli parça et, pirzolalık olarak alıyoruz. Kara Salim’e güvenimiz sonsuz. Zira babamın çocukluk arkadaşı.
Bir bakıyorum devletin savcısı, hâkimi ve polis müdürü de orada. Onlar da biliyor ağızlarının tadını. Bizim gibi onlar da kaçak et alırlarken babamla başlıyorlar sohbete.
Bu arada babam Kara Salim’e işareti çakıyor. Devlet erkanından para almıyor böylece Kara Salim. Devletin temsilcilerini yolcu ettikten sonra babam tak diye ödüyor onların hesaplarını da Kara Salim’e.
Damardan solculuk var: çıkışıyorum babama, onlarınkini niye ödedin diye. Babam yine bu gibi durumlarda dediği klasik cümlesini söylüyor: “Aklın kesmez senin!” Daha beter illet oluyorum, koca Siyasal’ı bitirmek üzereyim; aklın kesmez!
Babam bahçedeki masayı işaret edince oturuyorum karşısına. Kara Salim de tezgâhını toparlayıp üç bardak çayı kapıp çöküyor masamıza.
Babam başlıyor konuşmaya:
-Sen 79’da Amerikan bayrağını yaktın diye girip çıktın ya Mamağa… Sonrasında ne oldu biliyor musun?
-Sonra ses çıkmadı, sanırım dosya kapandı…
-Sen öyle san! Sen vırt-zırt yer değiştirdiğinden haberin yok tabii tebligatlardan, ama iyi ki bana geldi sonunda o tebligatlar…
Ondan ona derken sizin davanın savcısına ulaştım. Dava 12 Eylül İhtilali’nden sonra Askeri Mahkeme’ye devrolmuş. Durum ciddi yani… Savcıya dedim ki; Sayın savcım, Amerika’da afedersiniz karılar don yapıp kıçlarına giyiyor bu bezi, elin gâvurunun bayrağını korumak bize mi kalmış? Bu çocuk, haşa Türk bayrağını yakmadı ya…
Neyse… Bırakmadım davanın peşini. Aklın kesmez, dediğim bu işte. Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez!
***
Uzun sayılabilecek yolculuğun sonunda sabah annemin oturduğu dairenin kapısındayız. Hâlen telefonda sesimden beni tanıdığına göre cesaretle kapısını çalıyorum. Önceden yoktu, kapısının üstüne kendi adını ve soyadını yazmış. Endişe ediyorum doğal olarak…
Kavuşmanın sevincinden sonra salonda sohbet başlıyor:
-Sen de yazıya çıkmışsın!
-Bazen unutuyorum kapımı, kimse rahatsız olmasın diye…
-Eskiden duvarlara hep sloganlar yazılırdı…
-Sadece duvarlara yazı yazarak olmaz! Kuru kuruya kimse peşinizden gelmez! Bizim halk gözünden akıllıdır. Baban sağ olsaydı ne akıllar verirdi size.
-Şimdi yok mu o duvarlara yazan çocuklar?
-Yok, o çocuklar gideli çok oldu… O çocuklar çok haşarı ama çok dirayetli çocuklardı. Hakikaten nerede o çocuklar?
-Bakarsın yeniden gelirler anne, motorları maviliklere süreriz!
-Oğlum koca adam oldun hâlâ motor diyorsun. Öbürleri hep ciplere biniyor. Bırak artık bu çocukluğu.
Sema’ya duyacağı şekilde fısıldıyorum:
‘Hadi cevap ver şimdi; çocukluk bizde kalsın, diyordun hep!’