Obama gitti, Trump seçildi; günler, haftalar geçti; dünya hala seçim sonuçlarını tartışıyor ve şoku atlatmaya çalışıyor. Oysa döviz kurlarındaki tırmanışa bakılırsa, bu sonuçlar bizde şimdiden alınmaya başlamışa benziyor. Yine de AKP çevreleri hayli umutlu, ya da en azından “ihtiyatlı bir iyimserlik” içinde görünüyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan da, seçimi izleyen günlerde “Sayın Trump’ın yakın ekibinin açıklamalarında Suriye’de de, Irak’ta da bizimle benzer düşünceler gözleniyor” diyordu. Ve bu inançla da Trump’ı Türkiye’ye davet ediyor, onunla görüşme planları yapıyordu.
***
Aslında son yıllarda AKP çevrelerinde Obama’ya yöneltilen -ve yer yer hakarete varan- eleştiriler hatırlanırsa bu umutlu beklentide pek de şaşılacak bir taraf göremeyiz. Ne var ki Beyaz Saray’daki değişiklikle beraber, ABD politikasında da köklü değişiklikler bekleniyor ve tüm faşizan güçleri arkasına alarak iktidara gelmiş bir ekibin “program”ı bütün dünyada kaygı uyandırıyor. Üstelik dış politikadaki tasarıların en katı ve tutarlı tarafı da İslam âlemiyle ilgili! Tabloda yer yer kara mizahla açıklanacak kareler var ve bu ülkede “Obama gitti” diye sevinenler, yakında çok büyük bir düş kırıklığı yaşayacağa benziyorlar! Etrafı kuşatan bilgi kirliliği arasında kaybolmamak için, önce bazı şeyleri birlikte hatırlayalım.
***
Obama, herhalde ABD tarihinde İslam âlemine en çok yakınlık duyan, Müslümanlara en büyük sempatiyle yaklaşan devlet başkanıydı. Kendisi de baba tarafından Müslüman bir aileden geliyordu ve bir adı da “Hüseyin “idi. Üstelik Başkan seçildikten sonra ilk deniz aşırı seyahatini Türkiye’ye yapmış ve 2009 Nisan’ında TBMM’de yaptığı konuşmada İslam’la ailevi bağlarını ilk kez açıklamıştı. Türkiye’yi İslam dünyasına Müslümanlıkla çağdaşlığı uzlaştıran bir model olarak sunuyordu. Aslına bakılırsa AKP iktidarı için bulunmaz bir fırsattı ve aralarındaki balayı epeyce sürdü; hatta Suriye Baharı ve “dost Esad”ın kanlı tepkisi de dostluğu bozmadı. Halkını ezen despota karşı ortak hareket edilecekti; Ankara’da “Şam’da namaz kılmak” için gün sayılıyordu.
Teller 2012 Eylül’ünde kopmaya başladı. Libya’da Cihadistler Amerikan elçiliğini basmış, Büyükelçi Chris Stevens öldürülmüştü ve bu menfur olay ABD’nin Ortadoğu politikasında bir dönüm noktası oldu. İki yıl kadar sonra, iktidara yakın bir yazar, bu dönüşümü Erdoğan’ın ağzından şöyle anlatıyordu: “Bir kronoloji çıkarmak gerekse, filmi 13 Eylül 2012’de Libya Bingazi’de Amerikan Büyükelçisi Chris Stevens’in öldürüldüğü güne kadar sarmayı düşünürüm. ABD derinleri zaten mıymıntı olan Obama’yı bu korkunç olayı kullanarak ‘Müslüman Kardeşler’ gibi o zamana dek ‘ılımlı’ kabul edilen ve hasbelkader Sünni ve ‘dindar’ olan hiçbir aktör ile partner olmamaya ikna ettiler. Direnirse Erdoğan da, Türkiye de nasibini alacaktı.” Yazara göre Erdoğan direndi ve “Taksim kalkışması ve 17-25 Aralık darbesi” de bu direnişin sonucu oldular.
***
Bingazi saldırısından sonra ABD politikasındaki dönüşüm aslında şuydu: O zamana kadar Esad’ın gitmesine öncelik veren tavır değişiyor, DAEŞ’le kavga ön plana çıkıyordu. Buna bağlı olarak da başta laik Kürtler olmak üzere sahada DAEŞ’le savaşan tüm kuvvetler ABD’nin dostu haline geliyordu. Oysa Ankara “Önce Esed!” diye ısrar etti ve giderek DAEŞ’le savaşan Kürtler de aynı derecede tehlikeli teröristler olarak görülmeye başladı. Hatta HDP’nin bağımsız olarak seçimlere girme kararından sonra, terörle savaşta ilk sırayı PKK/PYD’nin aldığı da gizlenemez hale geldi. Bu koşullarda ABD ile yaylar giderek gerildi ve sonunda iktidar sözcüleri ABD kökenli komplolar zincirine hepsinden vahim bir halka daha eklediler: 15 Temmuz darbe girişimi. Gerçekten de 15 Temmuz ertesinde üç bakan girişimin arkasında ABD’nin olduğunu ilan ediyor, yandaş gazeteler de operasyonu yöneten Amerikalı albayın bile adını manşetlere çıkarıyordu. Bu koşullarda FETÖ savaşı gizliden gizliye bir ABD savaşı haline geldi ve Ankara’ya adeta “düşmanımın düşmanı, dostumdur” felsefesi egemen oldu.
***
Gördüğüm kadarıyla son dört yıl içinde Obama Amerikası ile Erdoğan Türkiyesi arasındaki “aşk ve nefret” öyküsü, ana hatlarıyla bu çizgiyi izledi. Oysa aynı yıllarda Amerika’da bu “nefret”i daha da yoğun bir şekilde yaşayan karanlık güçler, bu duyguları Trump’ı iktidara taşımak için seferber ettiler. Şimdi bu muhalefet iktidar olmuş bulunuyor ve artık dünya da “Kim bu adamlar? Ne yapmak istiyorlar?” sorularını tartışıyor.
Gerçekten de “Kim bu adamlar”?
***
Donald Trump’dan başlayalım. Aslında Trump, İslam konusunda Obama’nın tam da tersi bir görüntü sergiliyor! Obama nasıl ABD tarihinin gördüğü en İslam dostu Başkan olduysa, Trump da en büyük İslam düşmanı Başkan olacağa benziyor! Zaten seçim kampanyası boyunca kendisinin ve ekibinin iktidara yönelttiği en büyük suçlama da Obama’nın Müslümanlara gevşek davrandığı, dahası “gizli bir Müslüman” olduğu şeklindeydi. Seçildikten sonra “yönetici ekip” olarak seçtiği isimler de bu “felsefe”ye uygun oldular.
Kuşkusuz Trump cephesinde “düşmanlık” İslam’la sınırlı değildi; Yeni Başkan aslında üniversitede okumamış “WASP”lar dışında herkesten nefret ediyor ve toplumda asıl “mağdur” olarak da “Beyaz, Anglo-Sakson, Protestan”ları görüyordu. Kadınlar hakkında ise, kendi ailesini bile isyan ettiren sözler sarf etmişti. Filadelfiya’daki öğrencilik yıllarından bir sınıf arkadaşının anlattığına göre hep içine dönük bir hayat yaşamış, çok az dostu olmuştu. Hastalık derecesinde “saygınlık” düşkünüydü ve küçümsendiği kültür çevrelerine duyduğu düşmanlık bu tutkusundan kaynaklanıyordu. Oysa yakın tarihlere kadar Demokrat Parti’yi desteklemiş, hatta Bill ve Hilary Clinton’u düğününe de davet etmişti. Ne var ki maya tutmamış ve ipler bir süre sonra kopmuştu.
Yukarıdaki gözlemleri yapan gençlik dostu D. Morrison, Trump’ın “demokrat” gömleğini çıkartmasının nedenini düşünceden çok duygu planında arıyor ve şunu söylüyor: “Trump, şöhretine ve zenginliğine rağmen, New England’ın sosyal ve entelektüel seçkinlerinin küçümsediği yaldız düşkünü bir parya ve kaba bir dalaverici olarak kaldı”. Ve böylece Trump siyasette de her konuda görülmemiş bir kolaylıkla fikir değiştiren katıksız bir oportünist oldu! ABD’nin önde gelen TV kanallarından NBC’nin bir anketine göre, seçim kampanyasında, 23 vaadinde 141 kez fikir değiştirmişti. Öyle görünüyor ki Ankara’da doğan umutları besleyen işaretler de Trump’ın bu fikir cambazlığından kaynaklandılar. 23 Kasım’da İSEDAK toplantısında İslam Bakanlara hitap eden Cumhurbaşkanı Erdoğan, Trump’ın İslam düşmanı konuşmalarına gönderme yapanlara şunları hatırlattı: “Sandıktan böyle bir netice çıktı; Trump çıktı, saygı duyun. Bize de geliyorlar diyorlar ki, bak ‘Trump Müslümanların aleyhinde konuştu, İslam’ın aleyhinde konuştu.’ Biz siyasette bu tür şeylerin hepsine alışığız. Bugün böyle konuşulur, sonra bu yanlış düzeltilir”.
Gerçekten de bu yanlış düzeltilecek mi? Bu konuda tahminlerde bulunabilmek için önce Trump’ın “adamları”na bakalım. Acaba yeni Başkan’ın konuşmalarında bulunmayan tutarlılık, kurduğu ekipte bulunabilir mi?
***
Trump’ın seçildikten sonra ilk işlerinden biri, ekibi içinde bir “temizlik” yapmak olmuştu. Böylece başlangıçta aday adayı olarak Trump’la yarışan, fakat sonra çekilerek onu destekleyen New Jersey valisi Chris Christie ekip başkanlığından uzaklaştırılıyor, onun yerini Başkan yardımcısı Michael Pence alıyordu. Christie ile beraber CİA başkanı olacağı düşünülen Michael Rogers ve diğer bazı isimler de kadro dışı bırakıldılar. Bunların yerini ise, “demir çekirdek” niteliğinde ve hepsi de güvenlik politikasıyla ilgili dört “şahin” aldı: Stephen K. Bannon, Michael Flynn, Jeff Sessions ve Michael Pompeo. ABD’nin “bir şirket gibi yönetilmesi” inancında olan Trump elbette bu ekibi de başıboş bırakamazdı. Böylece devre tamamlandı ve “takım”ın denetimi ve koordinasyonu görevi de, Trump ailesi adına, damat jared Kushner’e ihale edildi.
***
“Trump çetesi”nden –bir Fransız yazarın “Trump’ın lanetli ruhu” dediği- S. Bannon, Beyaz Saray’a “strateji danışmanı” olarak atandı. 2012 yılından beri faşist Breitbar News sitesini yöneten ve 17 Ağustos 2016’da da Trump’ın seçim kampanyasına “Chief Executive” seçilen bu şahıs daha önce de deniz kuvvetlerinde, Goldman Sachs bankasında çalışmış ve bir ara da Hollywood’da film prodüktörlüğü yapmıştı. Özellikle “Occupy Wall Street” hareketiyle ilgili aşağılayıcı belgeseli belleklerden silinmemişti. Breitbar Sitesi de tüm karanlık güçlere -birkaç gün önce New York Times ile yaptığı söyleşide Trump’ın bile kınamak zorunda kaldığı- ürkütücü bir “Alt Right” (Alternatif Sağ) programı sunmuştu. Esas olarak “göçmen düşmanı” olarak ün yapmış olsa bile, aynı derecede de “islamofob” idi. Bu alanda militanlığı ile tanınmış ünlü İslam düşmanı Pamela Geller’e yakınlığı da biliniyordu. Bu durumda, referans çerçevesiyle Cumhuriyetçiler arasında da rahatsızlık uyandıran bu şahsın ne ölçüde suples gösterebileceği merak ve endişeyle bekleniyor?
***
Trump ekibinden J. Sessions ve M. Pompeo’nun da farklı zihniyette politikacılar oldukları söylenemez. Bunlardan CİA Başkanlığına atanacak olan M. Pompeo’nun sadece 15 Temmuz 2016 (!) tarihli tweeti, sanırım durumu açıklamaya yetecektir. Tolga Tanış’ın Türk okuyucularına duyurduğu (Hürriyet, 20 Kasım) bu mesajında, Pompeo, “Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ı “İslami totaliter bir diktatöre” benzetmişti. Yine de Trump’ın atamalarında Türkiye’yi asıl ilgilendiren ve bu yönüyle bugünlerde Amerika’da da tartışmalara neden olan General Michael Flynn’di.
***
Michael Flynn Afganistan ve Irak’ta özel birliklere istihbarat şefliği yapmış, 2011 yılında Ulusal İstihbarat dairesinde çalışmış, 2012 Nisan’ında da Obama tarafından Savunma İstihbarat Başkanlığı’a (DİA) atanmış üç yıldızlı bir general. Bu son görevinde iki yıl kaldıktan sonra da istifaya zorlanmıştı. Colin Powell’e göre Flynn, dik başlılık ve kötü yönetim gibi nedenlerle görevden uzaklaştırılmıştı. Oysa bunun yanı sıra Ortadoğu krizinde köklü bir değişim empoze etmeye çalışması da bu “istifa”da rol oynadı.
General Flynn’ın Savunma İstihbaratı Başkanlığına (DİA) tayininden beş ay kadar sonra Bingazi’deki Amerikan Konsolosluğu Cihadistler tarafından basılmış ve Amerikan elçisi öldürülmüştü. Öyle görünüyor ki Flynn’i bu suikastta rol oynadığına inandığı Müslüman Kardeşler’e karşı düşmanlığa iten ve “yeni bir politika” arayışına yönelten olay da bu oldu. Yakınlarda bu konuda ayrıntılı bir makale yazan Seymour M. Hersh’e göre, 2013 yaz aylarında Flynn başkanlığındaki DİA, Genelkurmay başkanı olan Martin Dempsey ile birlikte mevcut politikayı sert bir şekilde eleştiren bir rapor hazırlamışlardı. Raporda Esad’ın düşürülmesinin bölgede kaosa ve giderek DAEŞ hegemonyasına yol açacağı iddia ediliyor ve bu bağlamda Türkiye de suçlanıyordu. Ankara’nın desteklediği Özgür Suriye Ordusu “buharlaşarak” Cihadistlerin yuvası olmuş ve –Flynn’in bizzat yazara söylediğine göre- “Türkiye, Obama’nın Suriye politikasına başlıca engel” haline gelmişti. Yazar, Flynn’in kendisine “eğer Amerika kamuoyu (2012-2014 arasında) en hassas konularda sağladığımız gündelik istihbaratı bilse, çıldırırdı” dediğini de sözlerine eklemişti. İşte şimdi bu General, Trump’ın “savunma danışmanı” olarak iktidara tırmanmış bulunuyor ve bugünlerde –kara mizah burada- emekli iken kurduğu Lobby şirketi ile Türkiye için çalışmakla suçlanıyor! New York Times’in yazdığına göre General Flynn’in emekli olduktan sonra kurduğu lobby şirketi (Flynn Intel Group) Türkiye lehine çalışmalar yapmış ve karşılığını da almıştır. Bu konuda aracılığı da Türkiye-ABD İş Konseyi (DEİK/TAİK) Başkanı Kamil Ekim Alptekin yapmıştı.
***
Ne var ki Flynn Intel Group sözcüleri “rüşvet” imalarını şiddetle reddediyor ve General’in düşüncelerini asla para uğruna satacak bir kimse olmadığını ileri sürüyorlar. Gerçekten de Flynn susan ve düşüncelerini gizliyen biri değildir. Bu konularda fazlasıyla konuşmuş, hatta bir kitap bile yazmıştır. Fakat herhalde en doğrusu şirketinin lobby faaliyetleri sırasında The Hill sitesinde Türk-Amerikan ilişkileri ve FETÖ’cülük hakkında yazdığı makaleyi incelemek olacaktır.
***
The Hill sitesinde 8 Kasım 2016 tarihinde yayınlanan “Müttefiğimiz Türkiye krizde, desteğimize ihtiyacı var” başlıklı makalede, Michael Flynn, Türkiye’nin “ABD çıkarları için hayati” bir ülke olduğunu ve “en büyük müttefik” konumuyla da “bölgede istikrarın kaynağı” sayılması gerektiğini yazıyordu. Eğer bu ülke “askeri hareketlerde ihtiyaç duyulan işbirliğinde kötü (badly) bir performans sergilediyse”, bu, Obama yönetiminin kendisine uzak durmasından ileri gelmişti. Yazar daha sonra Türkiye’de asıl radikal İslamı, ülkenin “Bin Ladin”i sayılabilecek Gülen’in temsil ettiğini söylüyor ve Clinton ailesi ile de yakın dostluk ilişkileri olan bu tehlikeli adamın Amerika’da barındırılmaması gerektiğini vurguluyordu. Bu sözler o sırada tam da Erdoğan ve AKP yöneticilerinin duymak istedikleri sözlerdi ve General’in 15 Temmuz gecesi Türkiye’de darbe girişimi olurken yaptığı konuşmada söylediklerinden çok farklıydı. O gün, Flynn, Cleveland’da İslamofob ACT For America örgütü’nün toplantısında şunları söylemişti: “(…) Şu anda Türkiye’de halen devam eden bir darbe var. Ben de az önce bizde eğitim almış, Türk Ordusu’ndaki bir arkadaşımla sürekli iletişim halindeydim. Türk ordusu başarılı olacak mı olmayacak mı bilmiyorum ama, Türk ordusu yıllardır baltalanıyor. Türkiye gerçekten seküler bir ülke haline gelmişti. Sonra normal seküler bir ulus devlet, İslami bir devlete doğru dönüşmeye başladı. Başkan Obama’ya çok yakın olan Erdoğan yönetimindeki Türkiye bu. O yüzden bu akşam neler olacağını görmeyi merakla bekliyorum”.
Flynn’in söyledikleri bunlardı; üstelik darbecilerin “NATO’ya, Birleşmiş Milletler’e olan sorumluluklarımızı tanıyoruz, dünya tarafından seküler bir ülke olarak görülmek istiyoruz” şeklindeki sözlerini nakletmesi salonda büyük alkışlara yol açmıştı. Oysa aynı General, 8 Kasım’daki yazısında Türkiye ile dostluğun “hayati önemini” dile getiriyor, tüm oklarını Gülen’e çeviriyordu. Bu dönüşümün nedeni neydi? Yoksa bunda Flynn’ın şirketinin K. E. Alptekin’e bağlı Inovo BV şirketiyle imzaladığı “on binlerce dolarlık” lobby anlaşması mı rol oynamıştı?
***
Aslında 8 Kasım tarihli makalesi dikkatli okununca, General’in Erdoğan ve dava arkadaşlarının hiç de hoşuna gitmeyecek şeyler de söylediği ortaya çıkıyor. Bu yazısında, Flynn, Gülenciliği esas olarak Müslüman Kardeşler damgası taşımakla eleştiriyor ve hareketi –AKP medyasında sık sık övgüsü yapılan- Şeriatçı ideolog Seyid Kutup’dan etkilenmiş, “uyuyan, tehlikeli bir terör şebekesi” olmakla suçluyor. AKP Türkiye’sinin Obama rejiminden Müslüman Kardeşler’e karşı sert davranılıyor diye soğuduğu hatırlanırsa, herhalde bu sözler daha iyi anlaşılacaktır!
Kaldı ki, Flynn konuşmalarında çoğu kez Müslümanlar arasında ayrım yapmıyor ve tüm şekilleri içinde İslam’ı suçluyor. Örneğin on gün kadar önce Le Monde gazetecisiyle yaptığı söyleşide şunları söylüyordu: “Muhammed’i inceleyin, her şeyin nasıl başladığını anlarsınız. Bu yüzyılda bundan kurtulmak lazım; bu zaman alacak, belki de onlarca yıl sürecek; başka türlü devamlı savaşlar olacak!”. İşte AKP iktidarına yakın şirketlerin dolarlar saçarak Türkiye lehine “lobby” yaptırdıkları Amerikalı generalin İslam’la ilgili samimi düşünceleri bunlardır! Aslında Trump ekibinin diğer elemanları da bu konuda farklı görünmüyorlar ve buna rağmen ekibin “Obama nefreti” AKP saflarında umutlu yankılar uyandırıyor. Örneğin Yeni Şafak sütunlarında, H. kaplan, “realist, pragmatist, neo-con” olarak nitelediği yeni ekibi Obama yönetimine yeğliyor ve bunların “her tür iğrençliğe imza atıp, istediği kadarını kamuya açıklayarak, bir de ‘ahlâklı ülke’ pozu kesen demokratların riyakârlığına göre ‘mert’ bir düşmanlıkları” olduğunu yazıyor.
“Mert” bir düşmanlık?
Oysa – daha yazımın başında söylediğim gibi- bu “mert düşmanlık” Türkiye’ye şimdiden milyarlarca dolar kaybettirdi! Unutmayalım ki tüm demagoglar gibi “mağdur” edebiyatıyla iktidar olan Trump’ın politikasında “İslamofobi”, maddi çıkarları gizlemeye çalışan ideolojik silahlardan sadece biridir. Bu yazıda ele aldığımız “güvenlik elemanları” da bu sınıf kavgasının etkin ajanlarını oluşturuyorlar. Bu çıkarları çok daha yetkin şekilde emlak milyarderi Trump ve Ticaret bakanı olarak seçtiği milyarder yatırımcı Wilbur Ross temsil ediyorlar. “İflas Kralı” olarak ün yapmış Ross, servetini zor duruma düşmüş, iflas etmiş ya da iflas eşiğine gelmiş şirketlere “el koyarak” yapmıştı. Öyle görünüyor ki Trump’ın “Ortadoğu’da Saddam’lar, Kaddafi’ler istikrar unsuruydu” diyen güvenlik ajanları da önümüzdeki dönemde siyaseten iflasın eşiğine gelmiş rejimlere “el koymak” isteyecekler. Galiba önümüzdeki dönemde Türkiye’yi bekleyen tehlike de budur!..