Oben Can Kutay
Digor Garajı’ndan her saat başı Digor’a transit minibüsler hareket eder. Garaj yazıhanesinin sağında ve solunda bulunan kahvehaneler, Kars’ta yaşayan Digorluların ve Kars’a herhangi bir işini halletmek için gelen ve minibüs saatini bekleyen Digorluların uğrak yeridir. Gerçi yazıhanenin de bu mekanlardan bir farkı yoktur. Herkes birbirini tanıdığından yerel bir sohbetin başlaması çok rahat bir şekilde gerçekleşir. O bölgeye yabancı olan kişilerse çok rahat seçilir; eğer öyle bir kişi minibüsünü bekliyorsa, niçin buraya geldiği üzerine bir sohbet açılır, her ağızdan farklı bir söylem çıkar ve konuşulan dil Kürtçedir. Minibüslerini bekleyen Digorlular kaçak sigara içer, tek tük tekelden alınıp içilen sigara da yok değildir.
Nimet yazıhanenin önünde beklerken minibüsü, Ali ise yazıhanenin içinde bulunan eskiden bozma koltuklara yayılarak beklemeyi tercih etti. Nimet, geçmeyen dakikaları meşgul kılmak adına sırt çantasında taşıdığı sigara paketinden bir sigara alarak dudaklarının arasına sıkıştırdı. Üç yıl önce Kordon’da arkadaşlarıyla oturduğu yerde bulmuş olduğu iyi marka çakmağıyla sigarasını yakan Nimet, ilk nefesi doyasıya içine çekerken ön yargılarını kıramamanın huzursuzluğunu da içinde yaşıyordu. Ali, anlamadığı Kürtçe sohbetlere kulak kabartırken, hemen yanı başında oturan amcanın dikkatini de çekti. Amcanın, ‘ yeğenim buralı değilsin herhalde’ sözleri, amcayla Ali arasında başlayacak sohbetin kıvılcımı oldu. Ali’nin, ‘ evet amca buralı değilim. Aslen Giresunlu’yum. Öğretmenim, Digor’a atandım’ sözleriyle zaten birkaç metrekare olan yazıhanedeki diğer sohbetler kesilirken, ilgi Ali ve amcanın arasında geçen diyaloğa doğru kaydı.
“Hoş gelmişsin yeğenim, Digor küçüktür ama hoş bir yerdir. Sen de beğenirsin inşallah.”
“İnşallah amca. ” Ali devamını getirmek istese de ne söyleyeceğini bilemedi.
“Yeğenim, ilk görev yerin olacak herhalde Digor?”
“Öyle olacak amca.”
Söze, tam karşılarında oturan kırk yaşlarında, saçı sakalı uzamış biri karışarak sohbet çemberi daha da genişledi.
“Fahrettin amca, sen de bakıyorum öğretmen beyi sorguya çekiyorsun. Kusuruna bakma amcamızın öğretmen bey.”
“Estağfurullah, ne kusuru…”
Amca hemen araya girerek çıkışırcasına, “ulan Sezai ne karışıyorsun sohbete, yeni öğretmenimizi tanıyorum işte, fena mı” sözleri, karşı tarafa cevap hakkı doğurdu.
Sezai:
“Ee, Fahrettin amca yol yorgunudur hocamız, halinden bellidir de. Bir güzel dinlensin, zaten Digor küçük yerdir tanışırız, kaynaşırız öğretmen beyle.”
Sezai’nin söyledikleri Ali dahil herkesin gülmesine yol açtı. Ali gerçekten de yorgundu. Giresun’dan İzmir’e otobüsle gitmişliği vardı, ama İzmir’den Kars’a gelmek başka bir şeydi. Bir günü yolda geçen Ali’nin en uzun yolculuğu olmuştu Kars’a gelişi. Kars nasıl bir yerdi, çevresindeki insanların çoğunun yoksul olduğu hemen anlaşılıyordu. Kim bilir ne iş yapıyorlardı? Kaçının çocuğu vardı? Kaçı hayatında kitap yüzü açma fırsatı bulmuştu ? Ali, kafasında tasarladığı soruların cevabını kendince düşünmeye koyulurken, yaşamına yeni bir sayfa açtığının farkındaydı.
Ali, Giresun’da doğmuştu ve yine orada büyümüştü. Liseyi bitirdikten sonra eniştesinin fırınında bir yıl çalışmıştı ve kendi deyimiyle dershane parasını ve harçlığını çıkarmıştı. Sonraki yıl dershane ve ev arasında mekik dokumuştu. İstediği bölüm hukuktu ve istediği üniversite İstanbul Üniversitesi’ydi. Yapılan sınavda hukuk fakültelerine puanı yetmemişti ve ilk sıraya istediği üniversitenin sınıf öğretmenliği bölümünü yazmıştı ya gelirse diyerek. Tercih sonuçları açıklandığında ikinci sıraya yazmış olduğu memleketinin üniversitesinin sınıf öğretmenliği bölümünü kazandığını öğrenmişti. Tek bildiği şehirde okumuş olduğu üniversite yaşamı pek renkli geçmemişti. Okuduğu süre boyunca aynı zamanda eniştesinin dükkanında da çalıştı. Bu süre zarfında, Ayşe adında Edirneli bir kıza da aşık olmuştu ve yıllarca bu aşkı içinde saklamıştı. Okulun bittiği yıl girdiği KPSS’den yetecek puanı alamaması sonucunda eniştesinin fırınında çalışmaya devam etmişti. İkinci kez girdiği KPSS’den de yeterli puanı alamayışı üzerine İzmir’de okuyan amcasının oğlunun, birlikte ev tutma fikrine evet demişti. İzmir’de iyi bir dershaneye gidecekti ve sadece derslere odaklanacaktı. Bornova’da iki odası olan bir eve yerleşmişlerdi ve yine aynı muhitte bir dershaneye kaydını yaptırmıştı. İzmir’de geçirilen tek yılı Bornova’dan ibaretti. Ali bu kez şeytanın bacağını yapmış olduğu tercihlerin en altında bulunan otomatik atamayla kırmıştı. Ali’ye milli eğitim Digor’u uygun görmüştü. Ali artık öğretmendi ve göreve başlamadan önce bir yılının geçtiği İzmir’in bilmediği bir çok yerini gezmekle geçirmişti.
Minibüsün gelmesiyle birlikte yazıhanede bekleyenler arasında hareketlenme yaşandı. Peş peşe yakmış olduğu beşinci sigarasının sonuna gelen Nimet, son izmaritini de öncekiler gibi ayağında ezerek minibüse doğru hareketlendi. Yolcuları minibüse yerleştirecek kişi bir yandan minibüsün koltuklarına yapılacak olan dizilişi kurgularken, bir yandan da yıllardır tanışık olduğu hemşerilerinin takılmalarına laf yetiştiriyordu. Nimet ve Ali yabancıydı ve onları şoför koltuğunun sağındaki iki kişilik koltuğa yerleştirdi, diğer yolcular da kara düzen bir oturma halini aldı. Nimet cam kenarında otururken, Ali ise şoförün bitişiğindeydi. Ali’nin yazıhanede kısa bir sohbet ettiği Fahrettin amca hemen şoförün arka koltuğunda kendine yer buldu. Fahrettin amcaya sataşan Sezai de dolan koltuklar nedeniyle Nimet ve Ali’nin paylaştığı koltuğun hemen arkasında bir tabureye yerleşti. Dolan minibüs kalkmaya hazırdı artık, kahvehanelerde ve yazıhanede yarım kalan sohbetler bir şekilde kaldığı yerden devam etmekteydi.
Şoförün kontak anahtarını çevirmesiyle birlikte motordan yayılan ses, minibüsün içinde gerçekleşen tüm sohbeti bastırdı. Yazıhane çalışanıyla ufak bir sohbete tutuşan minibüs şoförü lafı uzattıkça uzatıyordu. Minibüsteki yolcuların söylenmelerine aldırış etmeyen şoför, bir yandan sohbetine devam ederken, bir yandan da hemen yanında oturan iki kişiyi süzüyordu. Dakikalar sonra hareket eden minibüs nihayet Digor yönüne doğru gitmekteydi. Nimet, telefonunu kurcalarken, Ali ise Kars şehrinin sokaklarını incelemekteydi. Birkaç tane Rus yapısını da bu esnada gördü. Birkaç dakika ilerledikten sonra Kars’ı geride bırakan minibüs, Iğdır-Kars karayolunun tek şeritlik yolundaydı artık. Karayolunun hemen sağındaki toplu konutların geride bırakılmasıyla birlikte, Digor’un kırk kilometre uzakta olduğunu belirten tabela da belirdi. Minibüsteki sohbetlerin konusu değiştikçe değişiyordu. Şoförün, cd çaları açmasıyla birlikte en son dinlenmiş olan Kürtçe ezgi de kaldığı yerden hafif bir cızırtı eşliğinde minibüstekilere eşlik etmeye başladı. Çalan müzikle birlikte devam eden sohbetler de kendiliğinden sonlanırken, Fahrettin amcanın Ali’yi kastederek şoföre yönelttiği, ‘ öğretmenimiz yenidir Musa, artık o da Digorlu’dur’ söylemiyle birlikte şoför Musa, Ali’ye yüzünü dönerek ‘ hoş gelmişsin hocam bizim buralara, memleket neresidir’ dedi. Ali, kısık bir sesle “hoşbulduk, Giresunlu’yum” karşılığını verdi.
“Hocam, ellerinden öper, benim üçüncü oğlan da bu yıl okula başlayacak. Büyükler de düşe kalka okuyor işte. Türkçeyi okulda söktüler, çarpım tablosu mudur nedir onu da ezberlemeleri gerekiyormuş, ama bir türlü beceremediler. Ben de en fazla okumayı sökebildim, sonra bıraktım; ilkokul üçte. Aha yirmi yıldır da şoförlük yaparım.”
Ali ilk başta ne diyeceğini bilemedi. Önce Nimet’in elindeki telefona gayriihtiyari bakındı, sonra da bir kaç söz söylemesi gerektiğini düşündüğünden olsa gerek konuşmaya başladı:
“Şartlar zor olunca, okumak da zorlaşıyor. Ben de zorlandım kendimce, iki yıl önce mezun oldum ve yeni atandım.”
“Hocam, ne öğretmeniydin?”
“Sınıf öğretmeniyim.”
“Bizim miniklere Türkçe öğreteceksin, ilk o zaman.” Şoför Musa’nın son sözleri gülüşmelere neden oldu.
“Yav, hocayı sıkıştırma Musa. Yol yorgunudur, uykusuzdur. Digor’a gelmeden usandırma allahınıseversen” bu defa sözü alan Sezai’ydi. Sezai aynı şekilde devam etti:
“Fahrettin amca da sıkıştırdı yazıhanede hocayı, burada da sen.”
“Ula Sezai, kötü bir şey mi yapmışız ki, sürekli dillendiriyorsun, ayıptır senin yaptığın.” Fahrettin amcanın bu sözleri yine gülüşmelere neden oldu. Ali yorgundu ama ilk sohbet ettikleri bu kişilerin neşesine hayran kaldı. Ali, tüm Digorluların böyle olduğunu düşündü bir an.
Minibüs ilerlemekteydi. Hafif virajlı yolları geride bırakırken, beliren tabelada da son 25 kilometrelik bir yolun kaldığı anlaşılıyordu. Nimet, nihayet telefonu sırt çantasına koydu ve gözü, önünde uzanan yoldaydı. Tıp fakültesini kazandığını öğrendiği günü anımsadı ve heyecanla annesine sarıldığı an gözünde canlandı. Fakültede aynı sınıfta okuduğu Diyarbakırlı, Urfalı, Şırnaklı arkadaşlarını anımsadı sonra ve birbirleriyle Kürtçe konuştukları anlar gözünde canlandı bu sefer de. Şimdi doktor olmuştu ve Kürtlerin yaşadığı bir coğrafyada görev yapacaktı. İşinin zorluğuna bir de dil sorunu eklenmişti. Çekinceleri vardı ve bunları dillendirememesi canını fazlasıyla sıkıyordu, hatta ağlamamak için kendisini tutuyordu. Uzaklarda beliren dağlar neresiydi ki? Karşıyaka vapurunun herhangi birinde Konak’a gittiği o güzel zamanları bir daha yaşayamayacağı hissine kapıldı bir an. Çeşme’de, Foça’da, Fethiye’de olsaydı şimdi deniz kenarında güneşleniyor olabileceğini düşündü, ama gerçek olan bir minibüsün en ön koltuğunda hiç tanımadığı kişilerle beraber Digor’a yaklaşıyor olmasıydı. Kışların burada soğuk olduğunu biliyordu ve ilk kar topu deneyimi beş yıl önceydi. Kar ile özdeşleşmiş bu şehirde kışları ne yapacaktı? Yoğun kar yağışından dolayı, köy yollarının kapandığı haberlerini televizyonda ilgisizce izlediği günleri anımsadı. Nimet, son tercih de olsa hangi akılla Digor’u yazdığının cevabını bir türlü bulamadı.
(devam edecek)