Bir yurttaşın, gün içindeki sıradan gözlemi: Bizim Mülkiye (SBF), Cebeci’dedir. Kızılay’a 15 dakikalık yürüme mesafesi. Dün Kızılay, özel tim ve çevik kaynıyordu. Artık alıştığımız bir manzara.
Herhalde yine bir protesto korkusu vardı. Gezi’den bugüne Güvenpark’ın yarısı TOMA, akrep ve polis otobüsü işgali altında. Yukarıya çıktıkça, her köşe başında bir polis aracı ve çelik yelekli, otomatik silahlı adamlar. Her yerde. OHAL ilanı yokken üstelik. Her şey ‘olağan’ken. Herkes gergin, ortalık ‘devlet’ kaynıyorken.
Bu esnada medyaya: Bir oyuncunun (Beren Saat) yazdığı iki paragraflık ‘taciz’ konulu son derece içtenlikli metnin, 1 milyondan fazla kadının katılıp taciz anılarını anlattığı kampanyaya, sosyal medya fenomenine dönüştüğü haberi düşüyor.
Gencecik bir muhabirin, kartopu oynarken kalbinden bıçaklandığı haberi düşüyor. Esnaf tarafından.
Bir kadının parçalanmış cesedinin çöp içinde bulunduğu haberi düşüyor.
İnternette gündem olma peşinde koşan faşist ve ayıcıl erkeklerle zırcahil ve doğal olarak özgüvenli kimi havuz köşecilerin saçma sapan, nefret kusan satırları düşüyor.
TBMM’de, muhalif vekillerin dayak yediği haberi düşüyor. 1933 Almanya’sını andırırcasına.
AKP’nin yeni anayasa projesi haberleri düşüyor. 19. yüzyılda kurulan Danıştay’ın, Yargıtay’ın lağvedilmesinden söz ediliyor bu haberlerde.
Devlet Başkanı’nın yine bir mitingde, yine 400 milletvekili talep ettiği haberi düşüyor. Kenan Evren’in 1983 seçiminde Necdet Calp ve Turgut Sunalp için oy istemesini andırırcasına.
Üç havuz paçavrasının, ‘Reis’in kızına suikast düzenleneceği ve ana muhalefet CHP’nin işin içinde olduğu manşetiyle çıktığı haberi düşüyor. ‘Reichstag’ yangınını andırırcasına. Savcılık hemen soruşturma başlatıyor.
İnşaatın asansöründe katledilen işçilerin davasında, tutuklu sanık kalmadığı haberi düşüyor. Türkiye’yi andırırcasına.
IŞİD’in Türkiye’ye saldırı ihtimali haberi düşüyor. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Anayasa’nın 90. maddesi gereği mümkün olmayan ‘Cumhurbaşkanı’na hakaret suçu (!)’ nedeniyle soruşturulan/tutuklanan bilmem kaçıncı gencin haberi düşüyor.
Taze ve bıyıklı Yargıtay Başkanı’nın idam cezasına yol açabilecek açıklamaları düşüyor.
Çok sempatik ve efendi, dünya tatlısı kimi akademisyenlerin, başkanlık sistemi tartışmak için Saray’a davet edildikleri haberi düşüyor. Orhan Aldıkaçtı’yı, İhsan Doğramacı’yı andırırcasına…
Bu esnada Devlet Başkanı, Başbakan, bakanlar, akıl almaz açıklamalar yapma yarışında. Başbakan hala kimi vekil kadınları, kadın katlini provokasyon amaçlı kullanmakla itham edebiliyor. Yüz binlerce kadın sokaklarda isyan ediyorken. AKP’li olmayan Kürt, Türk, kadın, erkek, eşcinsel, öğrenci, memur, şehirli, kasabalı, eğitimli, eğitimsiz kim varsa, sürekli ve giderek büyüyen bir tepkisellik içindeyken.
Sürmesi mümkün olmayan bir büyü
İktidar, uzun bir süre önce başını sert bir şekilde provokasyona çarptığından, belli ki artık başka hiçbir şey düşünecek hali yok. AKP siyasetçisi, yazarı ve seçmen kitlesi ise ilânihaye sürmesi mümkün olmayan bir büyünün etkisi altındalar. İktidar dalkavuğu yazarlar kendilerini kaybettiler ve en somut gerçeği dahi algılayacak halleri kalmadı. Bu zavallılar tüm dünyanın ‘siyah’ dediğine, liderleri aksini söylemediği sürece ‘beyaz’ demeye kararlı.
Ve bu atmosferde, TBMM’de iç güvenlik tasarısı kavgası yaşanırken, şehrin her yerinde ve sözüm ona ‘olağan hukuk düzeni’nde, zırhlı araçlar, çelik yelekli ve silahlı memurlar fink atıyor.
Türkiye başına huniyi geçirmek üzere
Bir yurttaşın sıradan beklentisi: Siyasal partiler, olağandışı koşullarda seçime hazırlanıyor. Yüzlerce yurttaş, vekil olmak için mücadele veriyor. Ancak bu kez, ‘Türkiye zaten hep gergindi’ saptamasının kolaycılığıyla aşılamayacak türden sorunların yaşandığı koşullarda gidiyoruz seçime.
Hal böyle ise ‘görev’, muhalefet partilerine ve seçmene düşüyor. Özellikle sol muhalefete.
Aman efendim CHP sol muymuş, aman efendim HDP Kürtçü imiş, aman efendim ÖDP ve diğerleri şu şu sorunları yaşıyormuş, aman efendim Türkiye solu çok bölünmüş filan fıstık. CHP’nin tabanında Türk milliyetçisi bir kesim olabilir. HDP’nin tabanında Kürt milliyetçisi bir kesim olabilir. Diğerlerinin çok muhtelif sorunları olabilir. Sorun şu ki gün, bu tartışmaların yapılacağı gün değil. Türkiye, tarihi boyunca dertten kurtulmayan başına, huniyi geçirmek üzere.
Seçim ittifakları, aşktan değil, mecburiyetten doğar
Eğer başta CHP ve HDP, hiçbir parti ittifaka yanaşmaz ve seçimde tatsız bir sonuç alınırsa; diyelim ki CHP yüzde 27-28’de kalırsa, HDP barajı geçemezse ve AKP önceki seçimden daha az oyla anayasayı tek başına değiştirecek sandalye elde ederse… Sonrasını varsaymak için müneccim olmaya gerek yok.
Seçim ittifakları, siyasal örgütlenmeler arasındaki aşktan değil, mecburiyetten yapılır. Fransa’da Le Pen ölümünü görenlerin, Chirac sıtmasına razı oluşu gibi. Hiç kimse bu partilere, aynı yatağa girin ya da birbirinizi evlat edinin demiyor. Özellikle böylesi koşullarda ittifak bir zorunluluktur. Hatta görevdir.
İttifak içindeki partilerin, kendi oylarının toplamından daha fazlasını alma ve bir şeylerin değişmesi olasılığı var. Olasılığın adı dahi, umut. Sonrasında herkes kendi yoluna gider. Bu tarz öneriler getirenleri küfür kıyamet eleştirenler, kendilerini dev aynasında gören kimi muhterem parti temsilcisi ve bir kısmı ‘iliştirilmiş’ kerameti kendinden menkul yazar-çizer, 8 Haziran Pazartesi sabahı ortalıkta görünmeyecek, olan memlekete, her birimize olacak.
Muhalefetteki liderlik vasıfları, bu seçimde görülecek
TBMM’de iç güvenlik tasarısına karşı omuz omuza mücadele veren CHP ve HDP başta olmak üzere tüm sol/muhalif hareketlere, büyük görev düşmekte. Parti genel başkanı olup sağda solda, şarküteri açılışlarında, bağıra çağıra konuşma yapmak marifet değil. Muhalefetteki liderlik vasıfları, bu seçimde görülecek.
Üç gün sonrasını dahi öngöremediğimiz Türkiye’de, eğer hakikaten böylesi tatsız bir seçim sonucu alınırsa, işte o zaman muhalefet parti örgüt ve liderlerinin ne dediğini 8 Haziran’da kimse dinlemeyecek, moralsiz ve kirli sakallı yorgun seçim sabahı yüzlerini hiç kimse izlemeyecek. Tarih onları, birkaç yüz bin oy ve kimsenin hatırlamayacağı polemiklerle birbirini yerken ülkenin/toplumun kaderini ‘Reis’ ve şürekâsına terk edenler olarak hatırlayacak.
Dünya ve Türkiye tarihi, sorumsuzluk örnekleriyle dolu. Ve hiç kuşkusuz o örneklerdeki siyasal aktörlerin de her zaman olduğu gibi ‘haklılıklarına’ iman etmiş oldukları, unutulmamalı.
(diken.com.tr’den alınmıştır.)