Prof. Dr. Korkut Boratav, Türkiye’nin son aylarda daha sık tartışmaya başladığı siyasi ve ekonomik krize ilişkin değerlendirmeler yaptı. Gazeteduvar’dan İrfan Aktan’ın sorularını yanıtlayan Boratav, “temsili demokrasi bakımından AKP’nin miadı doldu, tek başına iktidar olma dönemi son buldu” dedi. Boratav, “Türkiye bence temsili demokrasiden faşizme geçiş aşamasında. 31 Mart seçim sonuçları bu geçişi durdurabilir mi, durduracak mı, durduruyor mu? Bugün bu soru gündemde olmakla birlikte şimdiden net bir yanıt veremeyiz. 31 Mart sivil faşizme geçişi engelleyemeyebilir” diye konuştu.
Türkiye sermayesi ve ekonomisinin ana üssü olan İstanbul’un CHP tarafından alınmasının AKP açısından sonuçları ne olur sizce?
Bir kere temsili demokrasi alanına girildiği an AKP-MHP blokunu beraber düşünmek lazım. Bu blokun iki kanadının lider kadrosu faşist özellikler taşıyor ama öncelikleri farklı. Öte yandan ittifak oylarını ayrıştırmak zor olsa da MHP lideri, Cumhur İttifakı’nın aldığı oylardan yüzde 18’ini kendisine pay biçmiş. Dolayısıyla AKP oylarının yüzde 30’lara indiği açık. Aslında Anayasa referandumunda da, 7 Haziran 2015 seçimlerinde de kaybetmişti. Dolayısıyla temsili demokrasi bakımından AKP’nin miadı doldu, tek başına iktidar olma dönemi son buldu. Zorunlu ittifakla da bu iş yürümez. Ama ne kadar yürümez, onu bilemem. Yani temsili demokrasi yürüdükçe, AKP’nin tek başına iktidar olma potansiyelinin bittiği anlaşılıyor.
Temsili demokrasinin yürümemesi ne demek?
Faşizme geçiştir ve Türkiye bence temsili demokrasiden faşizme geçiş aşamasında. 31 Mart seçim sonuçları bu geçişi durdurabilir mi, durduracak mı, durduruyor mu? Bugün bu soru gündemde olmakla birlikte şimdiden net bir yanıt veremeyiz. 31 Mart sivil faşizme geçişi engelleyemeyebilir. Fakat faşizme geçiş konusunda iki önleyici etken var. Birincisi, seçmen tabanındaki değişim arzusu ve bunun mümkün olduğu algısının güçlenmesi. İkincisi de, pek çok aksama ve bozulmaya rağmen bürokrasinin tamamen teslim alınamamış olması. YSK’nın İstanbul konusunda şu ana kadar belli aksamalara rağmen yasal sistemi uygulamaya çalışmasını buna örnek olarak verebiliriz. Tabii bu tespitim, İstanbul’la ilgili vereceği karara göre çökebilir.
Peki sözünü ettiğiniz faşizme geçişte iki faktör engelleyici olmaya yetmezse, Türkiye’yi nasıl bir gelecek bekliyor?
İki olasılık var: Türkiye’de faşizme gidişi yoğunlaştırıp sürdürerek 2023’e iktidarın değişmesinin mümkün olmadığı, gevşek bir sivil faşist rejime geçilmesi, yahut şu anda bunu engelleyen etkenlerin hakim gelip Türkiye’yi normalleştirmesi. Ama Türkiye’nin kolaylıkla normale dönmesini beklemek çok iyimserlik olur.
Peki dışa bağımlı, kırılgan ve halihazırda krizde olan ekonomik yapı, bir sivil faşizmi kaldıracak veya tolere edecek durumda mı?
Bir kere mevcut ekonomik yapının sivil faşizmi tanıması için uluslararası finans kapitalin isteklerini yerine getirmesi lazım. Finans kapital, demokrasi filan aramıyor. “Ne kadar iyi, 4,5 yıllık bir seçimsiz dönem geliyor” yorumları yapılıyor. Bu dönemi yönetenler şimdilik finans kapitalin isteklerini yerine getirmiş değiller.
…
Önümüzde 4,5 yıllık bir seçimsizlik dönemi olduğu için herhalde hükümet açısından IMF’nin kapısını çalmak pek de sorun olmasa gerek, değil mi?
Cumhurbaşkanının çok kolay söylem değiştirdiğini biliyoruz. Kısa sürede düşmanların dost, dostların düşman olduğunu, Amerika’dan tehdit alınca “bizi üzdünüz” diye geçiştirdiğini veyahut başka türlü bir tehdit alınca da meydan okuduğunu biliyoruz. Dolayısıyla pekâlâ kamuoyuna dönüp şöyle bir söyleme başvurabilir: “IMF bir özel banka değildir. Türkiye’nin de üyesi olduğu bir uluslararası kuruluştur. Üyelik konumumuz bize belli haklar da vermektedir. IMF’den kredi almak bu haklardan biridir. Dolayısıyla Türkiye’nin geçmişte yaptığı uygulamaların benzerini, Türkiye ekonomisinin sağlığı için şimdi de yapıyoruz.” Erdoğan bunu söyler, medya da bunu “saygın” bir çerçevede kamuoyuna sunar. Bana göre bu pek de güç bir operasyon da değildir. Ortada bir seçim olmadığına göre, problem de yok gibidir. Maalesef Türkiye’nin pek çok liberali de IMF’ye gidişi yeğlemektedir.
IMF’ye gidişin işçi sınıfı ve yoksul kitlelere maliyeti ne olur?
Emekçi halkın canına okunur! Çünkü Türkiye’yle eşzamanlı olarak krize sürüklenen Arjantin IMF’ye gitti ve hiçbir sorununu çözemediği gibi, sosyal bunalım daha da derinleşti. Ekim’de yapılacak seçimlerde neo-liberal Mauricio Macri bu yüzden muhtemelen seçimi kaybedecek. Öte yandan en yakın örnek olan Yunanistan, IMF, Avrupa Merkez Bankası ve Euro bölgesi maliye bakanlarının kontrolünde emekçilerin çok ağır maliyet ödediği katı bir IMF programını uyguladı. Mesela bütün emekli aylıkları yarıya kadar indirildi, sosyal harcamaların büyük bölümü tırpalandı. Türkiye’de de tırpalanıyor ama bunun ölçüsünü olası IMF programının sertliği belirleyecek. Bütün mesele kamunun borç ödeyebilecek dengeye gelmesi, hatta fazla vermesi. Verdiği fazlayla da aldığı krediyi geri ödemesi. Kriz kamu sektöründen değil, sermaye hareketlerinin çıkışından kaynaklandı ama krizi dengeleme işi kamuya yükleniyor. Dolayısıyla bu süreçteki kemer sıkma politikası halk sınıflarının daha da yoksullaşmasına yol açacak.
Yani AKP’nin palazlandırdığı enerji ve inşaat sektöründeki şirketlerin borçlarının da yükü yoksul sınıfların sırtına mı bindirilecek?
Doğru. Şimdi “başka seçenek yok mu” diye soracaksın. Gayet basit aslında. Borç-alacak ilişkisi, alacaklının da riske girmesi anlamına gelir. Alacağını tahsil edemiyorsa, bunu sineye çeker. Dolayısıyla batık bankanın veya ödenemeyen bir banka kredisinin ödeme sorunu devletin sorunu değildir. Alacaklı bir bankaya veya inşaat şirketine kredi açtığı zaman faiz ve ödeme koşulları zaten risk unsurlarını da içerir. Dolayısıyla zarara uğrarsan, sineye çekeceksin.
…
Önümüzde belki 4,5 yıllık bir seçimsizlik dönemi olabilir ama sırtındaki yük giderek ağırlaşan ve evine ekmek götüremez hale gelen işçi sınıfının üretimden gelen gücü de var. Keza işsizlerin, yoksul halk sınıflarının da bir dayanma eşiği var. Dolayısıyla hükümet nasıl olsa uzun bir süre seçim yok diyerek ekonomi politikasını belirlerken bu unsurları da gözardı edebilir mi?
Albayrak, ABD temaslarından sonra İstanbul seçimlerinin iptalinin piyasaları etkilemeyeceğini söyledi ve ekledi: “İstanbul seçimleri ne olursa olsun piyasa tarafından satın alındı.” Kafa böyle işliyor işte. Öte yandan muhalefetin yerel seçimlerdeki başarısının oluşturduğu dalganın temsili demokrasi içinde mevcut anamuhalefeti bir büyük merkez bloku oluşturmaya yöneltme riski var. Yani faraza AKP’den kapabilecek ılımlı sağla liberal ekibin oluşturacağı bir büyük koalisyon umudu, beklentisi veya arayışı egemen olursa, onlar da IMF programını daha ehven bulacaklar. Çünkü dünyayı karşılarına almak değil, ondan takdir bekleyecek pozisyonda olacaklar. Bu durumda halk muhalefetini yapma işi sosyalistlere veya sol muhalefete kalacak. Tabii bunu ne kadar yapabilecekleri ayrı bir mesele. Ama keşke CHP o sorumluluğu üstlense.
Türkiye’nin normale geçişi için gereken unsurlar neler?
Bir kere iktidarın temsili demokrasi kurallarına rıza göstermesi lazım. AKP büyük ihtimalle parti olarak çatırdıyor. Diyelim ki AKP içinden bir grup ayrıldığında, onları FETÖ’cü vs, diye derdest etmek yerine, merkez sağda yeni bir oluşumun gerçekleşmesini sindirebilmesi lazım. Sağcı, hatta pek çok bakımdan faşizan özellikler taşımalarına rağmen Demirel veya Özal sineye çekti. Fakat AKP’nin bunu yapacağı şüpheli. Bakın, aslında iki ana unsurdan söz ettik: Halkı sıkıntılarına karşı korumak ve normale geçiş. Üçüncüsü ise İslamcılaşmayı telafi etmektir. Eğitimde, günlük hayatta aydınlanma değerlerini tahrip eden dönüşümlerin de önlenmesi lazım. Ama maalesef ılımlı sağ AKP’nin içinden bir kanatla siyasete girerse, CHP “bizim İslam’la bir sorunumuz yok, laiklik tehlikede değildir” diyerek uzlaşmaya yönelebilir. Dolayısıyla cumhuriyet değerlerini ve laikliği korumanın yükümlülüğü de sosyalistlere düşüyor. Cumhuriyet değerlerine bağlı olan Türkiye halkı, AKP militan kadrosunun içinde değil. Klasik cumhuriyetçilerde, Kürt hareketinin laik bir bölümünde ve bir bölümüyle de MHP tabanında. Nitekim Anayasa referandumu sürecinde klasik veya sol cumhuriyetçiler, sağ cumhuriyetçiler ve demokrat Kürtler ortak paydada buluştular.
CHP’nin emek kavgasını da üstlenme olasılığı yok mu?
Çocuk çıkıyor, “beş kardeşiz, beşimiz de işsiziz” diyor. Yahu böyle hayat mı olur! Eşek sürüsü gibi üniversite kurdular. Mezun olanlar içindeki işsizlik oranı yüzde 26. Bir alışveriş merkezinde, on saat ayakta duran gençlere sor, hepsi ya üniversite öğrencisi, ya kazanıp kaydını sildirmiş veya mezun. Üniversiteyi bitirip evde oturuyor kadınlar. Diplomalı kadınları evde koca bekler hale dönüştürdüler. 15-30 yaş arası olup da ne iş arayan, ne çalışan sadece evde boş oturan nüfus yüzde 25 civarında. Birkaç Arap ülkesi hariç, bu bir dünya rekoru! CHP’nin elbette emek kavgasını da üstlenmesi lazım. Ama bu ağır ortamda zaman zaman sen bile “yahu bari normale dönebilsek” diyor olabilirsin. Normal ne demek? Sağcılarla solcuların yan yana olması… Çok da tenkit edemiyorum ama bazıları “Abdullah Gül gibileri hiç değilse kabili muhatap insanlardı” diyorlar. Fakat bunlarla “normale” dönersen, laikliğin ve emeğin kavgasını yapamayacaksın.
…
(gazeteduvar.com.tr’den alınmıştır. Söyleşinin tamamı için: https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2019/04/21/31-mart-fasizme-gecisi-durduramayabilir/?fbclid=IwAR0H5PtjR-pPjcoRlpJaKHW5CijmRIaaWBP1dYksBAgsXMk6Qjexs_wuOD0