Daha çok Meşrutiyet düşünürleri kullanırdı bu terimi. Çeşitli “tarz-ı siyaset”ler üzerinde tartışırlardı. Kimi “Garpçılık” dedi; kimi “Türkçülük”; kimi de “İslamcılık”.. En çok konuşulan seçenekler bunlardı.
Aradan yüz yıl geçti; hala yolumuzu bulamadık; hala tartışıyoruz. Üstelik hiç de beklenmedik bir anda “İslamcılık” ön plana çıktı. Artık hep onu tartışıyoruz. Kelamcı ve ilahiyatçılar, filozof ve toplum bilimcilerin önüne geçti. Ve daha çok Osmanlıca konuşuyorlar.
“Tarz-ı siyaset”leri geçelim; gelelim “tarz-ı yönetim”lere. Asıl konuşmak istediğim bunlar ve aklıma üç türlü “tarz-ı yönetim” geliyor.
***
Birincisi, hani şu son yıllarda dillere pelesenk olan “algı yönetimi”.
Nasıl oldu, nereden çıktı, doğrusu bilmiyorum; ama galiba şöyle oldu: Bir gün birisi çıktı; çok kızdığı bir düşünce ya da edime “bu bir algı yönetimidir” dedi; buluş beğenildi; terim tuttu ve böylece “algı yönetimi” denilen şey de birdenbire siyasal jargonumuzun temel “kavram”ları arasına girdi. Artık gün geçmiyor ki bir siyasetçi ya da yazar, hoşlanmadığı bir fikri ya da eylemi böyle damgalamasın: “Dikkat arkadaşlar! Bir algı operasyonu ile karşı karşıyayız!”
Garip! Kimse de bu etikete “saçma! böyle şey olmaz!” demiyor; diyemiyor.
Aslında doğrusu şu: Bir şeyi “algılamak”, ancak onu gözleriyle görmek, kulaklarıyla işitmek vb gibi yollarla olur ve olmayan bir şeyi de sizlere siyasetçiler değil, sadece “sihirbaz”lar gösterebilir. Boş bir şapkadan bir tavşan çıkarırlar ve siz de şaşırıp kalırsınız.
Tam da böyle düşünürken, 27 Aralık operasyonu geldi aklıma ve “acaba ben mi yanılıyorum?” diye kuşkulandım. Öyle ya, 27 Aralık’ta da bir kısım siyasetçiler, tıpkı sihirbazlar gibi “algı operasyonu” yapıp, ayakkabı kutularından top ve tüfekler çıkarmış ve “buyurun size bir darbe!” demişlerdi. Düşündüm; fakat pek de ikna olamadım; çünkü o gün sihirli değnek, ben ve benim gibi milyonlarca insanın gözlerini boyayamamıştı. Kutularda top tüfek değil, dolar, avro ve altınlar görmüştük. Kısaca “algı operasyonu” başarısız olmuştu. Başkaları ne kadar yaygara koparırsa koparsın, kimse bizi aksine inandıramazdı.
Yeniden kurcaladım ve bu kez “algı operasyonu” galatı altında yatan doğru kavramı bulur gibi oldum. Algı yönetimi ile, aslında, kötü niyetli “bilgi yönetimi” ve belli düşünceleri kabul ettirmek için etrafa yanlış bilgiler saçarak siyaset yapmak kastediliyordu. Kısaca, terim, propaganda amacıyla “bilgi kirliliği” yaratmak, ya da bizim dilimize de girmiş bir sözcükle “dezenformasyon” etkinliği anlamına geliyordu. Bu haliyle bize hiç de yabancı bir düşünce değildi. Özellikle son altı yedi yıl içinde böyle dezenformasyon operasyonlarının ne kadar feci boyutlara ulaştığını hepimiz hatırlıyoruz. Bu yıllarda bilgi kirliliğine belge kirliliği de eklendi ve bunlar da “özel yetkili mahkemeler”e hukuki deliller olarak sunuldular. Yüzlerce, binlerce masum insan bu kirli bilgi ve belgelerin kurbanı oldu ve yıllarca tutuklu kaldılar. Ve bu arada hayatı kararanlar, ölenler, intihar edenler..
Kara günler; geldi, geçti demeyelim. Aksine, bugünlerde Meclis’te tartışılan bir Yasa Tasarısı tam da bu tür operasyonlara bir “tarz-ı yönetim” olarak meşruiyet sağlamak amacını güdüyor.
***
Gelelim “duygu yönetimi”ne; bir de “duygu yönetimi” var.
Siyaset bir iletişim sanatıdır; düşüncelerin olduğu gibi duyguların da seferberliğine dayanır. Demokratlar ve devrimciler bu amaçla, hakkı çiğnenmiş olanların, tüm ezilenlerin duygularını harekete geçirirler. En zoru da bunun en elverişsiz koşullarda yapılmasıdır. Devrimci liderlik bu zor koşulları yenmekle ortaya çıkar. Yabancı bir bilim adamının gözüyle, tarihimizden bir örnek vereyim. Türk Devrimi’ne bu açıdan bakan Pierre Ansart, Lenin, Atatürk ve De Gaulle’ü ele alan makalesinde, “Yığınların gerileme ve çöküş zamanı olarak tanımladığı günü”, diyordu, “Mustafa Kemal, tam tersine, eylem zamanı, karar zamanı, bir kesin tarihsel kopma anı, bir kolektif yeniden doğuş zamanı olarak algıladı”. Elbette o da “mağdur”lara sesleniyordu; fakat “mağduriyet”i dinde değil işgal kuvvetlerinde, emperyalizmde arıyordu. Halk dalkavukluğu yapmıyordu; aksine, “biz zavallı bir halkız!” diyordu.
Evet, devrimciler gerçekçi bir analiz temelinde, duyguları daha adil ve daha mutlu bir toplum için seferber ederler. Ezilenlerin “sınıf kini”ni de etkin ve demokratik bir örgütlenme yönünde kullanırlar. Demagoglar ise bilinçsiz kitlelere, özellikle de sermaye birikiminin yok edeceği sınıflara seslenirler. “Ecdadımız” derler; “gelenek” derler; “din” derler. Kısaca halk dalkavukluğu yaparlar; kutsal değerleri kin ve nefret duygularının aracı haline getirirler. “Dinimiz, kinimizdir” derler.
Bilmem söylemeye gerek var mı, günümüzde kimse “duygu yönetimi”nden söz etmiyor, ama AKP iktidarı bu konuda da antolojik bir performans sergiledi. İktidarının ilk yıllarında, uluslararası sermaye ile kucak kucağa ve demagojik nutuklarla, önce “tüm mağdurlar”ın sözcüsü oldu; sonra enformel koalisyon giderek dağıldı, ortaklar birer birer uzaklaştı, şimdi sıra parti içi temizliğe gelmiş görünüyor. Ve duygular bu yönde seferber edilmeye başlandı. “Bizden olmayan bize karşıdır” diye yola çıkılmıştı; görünen o ki varılan noktada, Cumhurbaşkanı, hayalinde yatan “Başkanlık Sistemi” ile artık “benden olmayan bana karşıdır!” diye düşünmeye başladı. Daha dün, Merkez Bankası Başkanı’nı “bize karşı bağımsızlık mücadelesi veriyorsun da, başka bir yerlere karşı bağımlılığın mı var?” diye çok ağır şekilde paylarken, kastedilenin sadece Başçı değil, aynı zamanda onun arkasında duran Davutoğlu ve Babacan olduğunu kim görmezden gelebilir? İşte, 2015 yılında, AKP iktidarının “duygu yönetimi”nde sergilediği performans da budur.
Bilgi yönetimi, duygu yönetimi.. evet bir de “imaj yönetimi” vardı ve itiraf edelim ki bu alanda da ilginç bir dönemde yaşıyoruz.
***
Aslında halkçı ve devrimci yönetimlerin “imaj yönetimi” için fazla bir çaba harcamalarına gerek yoktur. Kendi halkından kopmuş, despotik yönetimlerin ise zaten böyle bir kaygıları bulunmaz. Bizim tarihimizde böyle kaygılar “modernleşme” hareketleri ile, günlük gazetelerle, kamu oyunun teşekkülü ile başlamıştı. En büyük imaj çöküntüsü ise, Abdülhamit döneminde, Meclis’in kapatılması, Mithat Paşa’nın yargılanması ve sonunda da Taif’te boğulması ile yaşandı. Buna karşılık laik bir Cumhuriyet kuran Devrim yılları, yakın tarihimizin en parlak imaja sahip olduğu yıllar oldular. Sanırım, bugüne bakarak bu olguyu hatırlamamızda çok yarar olmalı. Tam da bir kısım neoliberal, Fethullahçı ve Kürtçü “duygu yönetimleri”nin, AKP paralelinde, o yılları karanlık, despotik yıllar olarak sunma yarışına girdikleri bir sırada..
Ya şimdi? Ya şu anda dünyadaki “Türkiye imajı” ve durumda?
Cumhuriyet tarihimizde Türkiye imajının birkaç yıl içinde bu kadar çirkinleştiğinin başka bir örneği var mı, bilmiyorum. Uzatmaya gerek yok, tek bir örnek vereceğim. Daha dün Ortadoğu’daki vahşet ordusunun müzeleri nasıl tahrip ettiğini, binlerce yıllık sanat eserlerini nasıl parçaladığını hep beraber, içimiz sızlayarak seyrettik. İşte bugün bütün dünyada, üstelik bölgeyi en yakından izleyenlerin tanıklıklarına dayanılarak, bu “İslam Devleti”nin böyle güçlenmesinde en sorumlu ülkenin Türkiye olduğuna inanılıyor. Ve Türkiye’nin yapabildiği tek şey de, “onlara haber vererek” bir ata mezarını, onların tasallutundan kurtarmak oluyor. Sonra da bayram havası, kutlamalar.. Soruyorum; böyle bir tablo, sizde nasıl bir “imaj” oluşturur?