BİZ DE YOLUMUZU BULURDUK!
Ortaokuldan beri şiire bulaşmışım veya şiir içime kaçmış da olabilir. Yazıyorum ama kimseye göstermiyorum. Çekyatımın kilitli bölmesine itinayla sakladığım şiir defteri, biliyorum babamın merakını kamçılıyor. Neyse ki anarşik yaşlarıma henüz gelmemişim ki babamın merakı merak olarak kalıyor.
Liseye gidişle başlayan anarşik yıllarım Siyasal’ı kazanmamla zirveye çıkıyor ama babamın yapacak bir şeyi yok; zira, memleket kaynıyor.
Artık şiirlerimi saklamıyorum; arkadaş toplantılarımızda ezberimden okuyorum. Hatta bazı forumlarda çaktırmadan bir iki dize veya bir bukle konuşmanın arasına sızdırıyorum şiirlerimden ki etkisi sözden, slogandan çok oluyor. Mıh gibi giriyor insanın kalbine, beynine.
Gençliğimizin baharında tam teşekküllü 12 Eylül darbesine yakalanıyoruz Ankara’da. Şiir bu, darbe marbe dinler mi?
***
Darbe sonrası ilk genel seçimler 6 Kasım 1983’de yapılıyor. Üç muvaza partisi katılsa da seçime, Konsey adayları veto etse de sonuçta darbecilerin arkadaşları general Turgut Sunalp’e kurdurdukları Milliyetçi Demokrasi Partisi(MDP)’nin amblemindeki horoz ötemiyor. Babam, horozun götüne zeytinyağı sürdüler, derdi. Turgut Özal’ın partisi ANAP çoğunluğu sağlıyor bu seçimlerde.
O yıllarda örgütler çökmüş, elimde barut olarak şiirlerim var. Arkadaşların çoğu hapiste. Onlar için bir demet şiiri ortaya sunmak ne ki? Hem bize, hem onlara moral olsun diye Ankara Hukuk’lu bir arkadaşımla alelacele bir yayınevi kuruyoruz. Ne kolaymış, diyoruz. O zamanlar yayınevi kurmak; bir dilekçeyle, bir adres verip ve PTT’den bir posta kutusu kiralayarak oluyordu.
Matbaacıyla benim kitap için anlaşıyoruz fiyatta. Ama para yok. Matbaa, kitapları sattıkça parayı parça parça getirmemizi kabul ediyor. Senet sepet de yok. Çok seviniyoruz. Sanırım devrimciliğimize kredi açtı matbaacı. Öğrenci adamın neyine güvenecek?
Militan satışla bir ayda kitabın ikinci baskısını da bitiriyoruz. Matbaacıya erkenden ödüyoruz borcumuzu. Kuruş borcumuz kalmadığı gibi birlikte yayınevi kurduğumuz arkadaşıma 400 kitabı karşılıksız veriyorum ki hemen kendi kitabını çıkarsın ve böylece yayınevi devam etsin. O yayınevi hala devam ediyor bugün.
O kitap bastırma günlerimizde Ankara’daki edebiyat camiasından birileri diyor ki; Kitaplara matbaada el koyarlar, sizi de içeri atarlar… Yıl 1983, aylardan Aralık; aldırış etmiyoruz.
***
12 Eylül nedeniyle uzunca bir moladan sonra tekrar başladığım fakültemin sömestr tatilinde memlekete gidiyorum.
Evde ailece akşam yemeğinde, en azından sofranın hatırına bir şey demez, diye düşünerek, imzaladığım kitabımı babama veriyorum. Şaşırıyor, evirip çevirip, kendisi de matbaacı olduğu için kitabı teknik yönleriyle değerlendirerek soruyor:
– Kaçını kaça bastırdın?
Cevabı alınca konuşuyor:
– Bana bastırsaydın ya, hem daha ucuza basardım, hem biz de yolumuzu bulurduk!
BANA DA BİR KİTAP
Uzatmalı olarak üniversiteyi bitirip, askerliği de hallettikten sonra, önümdeki yeni basamak, birlikte olduğum hayat arkadaşımla aileler arasındaki en önemli formalite olan kız isteme rutinini gerçekleştirmek için ilk bulduğum işe girdim tabii ki.
Bu işte ne yapacağımı ben bilmediğim gibi, patronlar da bilmiyor! Çünkü onlar, şirketlerinde bu statüye ilk kez personel alıyormuş. Benim derdim kız isteme faslı sırasında işin ne? sorusuna cevap vermek, gerisi Allah kerim!
Bu vesileyle işe girdiğim şirkette patronun küçük kardeşiyle iyi anlaşıyorum. İş dışında da sohbetlerimiz oluyor.
Bir gün mesai bitmiş, sohbet ederken çantamdaki şiir kitabımı görünce, ben de uzattım kendisine. Şaşırdı ama mutlu da oldu. Şiir sevdiğinden mi, yoksa şirketlerinde ilk kez bir şairin çalışıyor olmasından mı bilemiyorum.
Kitap sehpanın üzerinde biz çaylarımızı içerken, içeri pat diye büyük abisi girdi, yani patron.
Gözleri fıldır fıldır ve göz hafızası güçlü bir adamdı. Sehpanın üzerindeki kitapta benim adımı fark edince, hemen kitabı alıp; Ooo, şair de varmış aramızda… deyiverdi. Ben sıkıldım tabii, öyle şair mair denilince. Geçip oturunca bir koltuğa sohbet üçlendi diyeceğim ama o bizimle ilgilenmeyip kitaptaki şiirleri merakla ve istekle okuyor. Zaten ince bir kitap, yarım saatte bitirdi ve bekliyorum şiirlerle ilgili laf söylemesini. Ne de olsa şiirler militan şiirler, mermiden aşağı kalır yanları yok. İçimden, Bunlar tehlikeli şiirler, bizim şirkette seni çalıştıramayız, diyecek diye geçiriyorum. O değil de, kız isteme faslı tehlikeye girecek. Ben tetikte bekliyorum.
– Benim üniversitede yazdığım aşk şiirlerim var. Onları bir toparla da bana da bir kitap bastıralım!
Sevineyim mi ne yapayım? Şaşırıp kalıyorum.
YAŞ KÜÇÜLTME
Bir arkadaşım önerdi, aldım, kitabı okuyacağım. Yazarının hayat hikayesi çok ilginçmiş ve kitabında da bunlardan yansımalar varmış. Arkadaşım edebiyatla ilgili biri olduğu için tereddüt etmedim kitabı almaya ve okumaya karar vermeye.
Sonra, Sana bir tüyo da vereyim, dedi ve Ödül alabilsin diye geçenlerde yazar mahkeme kararıyla yaşını küçülttürdü, demesin mi?
Dondum kaldım. Yapılan işin iyiliği kötülüğü beni ilgilendirmiyor, aklıma gelen başka şey…
Yaş küçültme, büyütme denince; okula, askere erken gitmek ve erken evlenmek için yaş büyütmek toplumda yaygın bir hal.
Bizim kuşaktan olan birinin aklına bu durumda ne gelir ki? 12 Eylül cuntasının Erdal Eren’in yaşını büyüterek asması ve arkadaşım Orhan’a 16 yaşında kemik yaşına göre yaşını büyütüp idam cezası vermesi, toplumda sadece devrimcilerin karşılaşabileceği bir durum.
Tüyoyu veren arkadaşım benim daldığımı görünce el sallayarak gitti. Satın aldığım önerdiği kitabı masanın üzerine sessizce bırakıp kafeden çıkıp kalabalığa karıştım.
BİLMEM BU GÖNÜLLE BEN
Bir arkadaşım var. Edebiyatla ilgili, hatta oldukça da entelektüel sayılır.
Fakülteyi bitirir bitirmez evlendiği için belli ki çapkınlığı kırklı yaşlarına sarkmış. Entelektüel yanıyla bu alanda pek verim elde edemiyor. Dünya gibi ülke de değişti tabii. Artık sevgililer cüzdana bakıyormuş, onun deyimiyle.
Arkadaşın para durumu iyi olsa da edebiyattan, sanattan, şiirden konuşacağı bir partner özlemi içinde. Bu yaşlardan sonra güzel şeylerden konuşmak lazım, diyor.
Demek ki bu işlerde rast gelmek önemli. Karşı cinsten ilişki kuruyor ama aradığını bulamayınca vazgeçiyor, hemen yeni arayışlar…
Sonunda denk gelmiş. Kitabevinde rafların önünde oyalanırken bir hanımefendinin şiir kitaplarını incelediğini sevinçle görüyor. Mesajınız Var filmi konseptinde değilse de tanışma ritüeli sonrası ilişki başlıyor.
Arkadaşının şiirleri dediğine göre bulvar gazetelerinin şiir köşelerindeki şiirler kıvamında. Ama ne yaparsın, diyor gülümseyerek.
Şaire bir sevgiliye kavuşan arkadaşım artık yanıma eskisi gibi her gün değil haftada bir uğrarsa bonus oluyor.
İki ay sonra kafede oturduğum masaya neşe içinde gelip sırıtarak masaya bir kitap bırakıyor. İnceliyorum kitabı: arkadaşımın sevgilisi şiir kitabı çıkartmış. Yayınevi de eften püften değil. Haksızlık mı ettim hanımefendinin şiirlerine diye düşünüyorum kendi kendime. Ama içimde bir şüphe var. İşi uzatmadan soruyorum:
-Nasıl oldu bu?
-Valla kardeş, çok istiyordu kitabı olmasını. Ben de yayıncıyı tanıyorum, gönderdim masrafını; o memnun ben memnun!
Sadece Yuhhh! diyebildim. Kızdığımı anlayıp masayı terk ederken söyledi son sözünü:
-Hani bana Münir Nurettin Selçuk’un Bilmem Bu Gönülle Ben* şarkısını dinletip duruyordun ya, adam haklıymış!
*Bilmem Bu Gönülle Ben
Bilmem bu gönülle ben nasıl yaşayacağım?
O daha genç yaşında, benimse geçti çağım
Kurtulmak mümkün olsa, bırakıp kaçacağım
Fakat ne yazık ki elinde oyuncağım.
Onun zoru sürür beni gittiği yola
Ben giderim sağıma, o çeker beni sola
Arkasından bakarım gözlerim dola dola
Ey gençlik arkadaşım sana uğurlar ola.
ŞİİR KUŞANAN
Bir arkadaşımın arkadaşıydı. Tanıştık, hoş sohbet, en azından demokrat birisi. İlk görüşmede hissettiklerim bu kadar. Benim de kendisi gibi edebiyatla ilgili olduğumu anlayınca sık sık yanıma gelip sohbet etti.
İlk haftadan sonra dosya kağıtlarına yazdığı şiirlerini getirip bana okutmaya başladı. Tabii, ben şiirle ilgilendiğimi, hele yazdığımı hiç söylemiyorum. Hem ne öyle: ben şiir yazıyorum, kitabım var, diye işi anonsa bağlamak!
Getirdiği şiirleri dergilere yollayacakmış… Tutamayıp kendimi; bir kontrol edeyim istersen, deyip; kibarca de’leri, da’ları yerli yerine koydum. Şiirleri yayınlanmaya başladı dergilerde arkadaşın.
Artık daha sık yazmaya başladı şiir. Motive oluyor demek insan. Bir keresinde bir şiirini getirdi. Ne desem kırıcı olacak. Bende diplomatik dil eksikliği var zaten eskiden beri. Şiir, lise aşıklarının dersten kaçmasını anlatan sıradan bir şiir. Şakaya vurup diyorum ki; Bundan bir ekmek çıkmaz!
Bir el at, deyince, benim yapacağım nedir? Haliyle, o dersten kaçan aşıkların şiirini yaz-boz’un sonunda politik bir şiir olarak koydum önüne. O şiir de çıktı bir edebiyat dergisinde.
***
Aradan yıllar geçti. Gazetede okudum: benim o şiirci arkadaş, aşk şiirinden politik şiire evrilen şiirini kitabının adı yapmış ve o kitabıyla ödül almış. Hoppala! İnsanın kendine faydasının olmaması ne kötü! Ninem hep el iyisi derdi; o el iyisi buydu zahir!
Bunun altında bir bit yeniği var, deyip ortak bir arkadaşımızı aradım.
Mekanizma şöyle çalışmış: Ünlü bir yayınevine şiir dosyası gönderilip kitabın maliyetini karşılayacak sayıda kitabın tutarı peşin olarak yayınevine gönderiliyor. İş burada bitmiyor; eli güçlenen şair yayınevine şart koşuyor ve duayen şairlerden birinin şair ve kitabı hakkındaki methiyesini okurlar kitabın arka kapağında okuyor.
Demek ki; şiir bilenin değil kuşananınmış!
TELEFON REHBERİ
Bir arkadaşımla butik bir yayınevine gidiyoruz. Hazırladığı dosyasını basılması için yayınevinin sahibine teslim ediyor.
Biz çaylarımızı içerken yayıncı dosyayı evirip çevirerek inceliyor. Okumuyor. Belli ki benim bilmediğim ölçütleri var basıp basmamaya karar vermek için. Arkadaşa bazı sorular soruyor. Sorular biraz çapraz sorguyu andırıyor. Aralarındaki konuşma kitabın kaç adet basılacağında kilitleniyor.
Arkadaş lavaboya geçince, yayıncı kısık sesle bana soruyor:
-Arkadaşınızın cep telefonunun rehberinde kaç kişi var?
Şaşırmakla birlikte, bu soruyu bir yayıncı niye sorar’ın yanıtını hızlıca bulmaya çalışıyorum. Bulamıyorum. Yayıncı da anlıyor benim şaşkınlığımı ve gülümseyerek;
-Yazarlar hep böyle oluyor kendi eserlerine karşı; satar satar, diyorlar ama piyasa öyle değil beyfendi.
Kitabın baskı adedi konusunda benim ölçütüm şu: yazarın telefon rehberindeki kişi sayısından fazlası yayıncı için risk! Çok denedim. Ben nasıl yayınevimin kapasitesini biliyorsam, yazar da kapasitesini bilmeli değil mi beyfendi?
Sadece bakıyorum yayıncıya, ama daha çok öğreneceğim şey olduğunu anlıyorum.
5 BİNLİK YAZAR
Küçük bir yayınevinin sahibiyle bürosunda sohbet ediyoruz. Konuştuğumuz yayın dünyası ve memleket halleri.
Arkadaşım çalan telefonuyla konuşmaya başlıyor. İstemesem de kulak misafiri oluyorum bu konuşmaya. Cümleler arasında kopukluk olsa da ana fikir şu: Biri roman yazmış ve ille de kitap olarak yayınlatmak istiyor. Ama yayıncının söylediklerinden bunun mümkün olmadığını anlıyorum. Çünkü yazdıkları çok berbatmış.
Yayıncı telefonda konuştuğu kişiden bir türlü kurtulamıyor ve beklenmedik çıkışı yapıyor: Sen yazdığın kitabın özetini iki sayfa olarak bana gönder, 5 bin liraya 100-150 sayfalık bir romana dönüştürürüm!
Yüzüm kızarıp gözlerim büyüyor. Telefonu çat diye kapatan yayıncı elini sallayarak:
-Piyasa böyle işte, eli kalem tutan kitap yazmaya kalkıyor. 5 bini duyunca bir daha aramaz beni!
***
İki ay sonra aynı yayıncıyla karşılaşınca sormadan duramıyorum:
-N’oldu 5 binlik yazar?
-Adamın gözü dönmüş, şak diye özetle gönderdi 5 bini, ben de yazdım bastım onun adıyla kitabı!
Her manada kitapsızlığın ne kötü, katlanılamaz bir durum olduğunu böylece idrak ediyorum!
TAŞRALI MONTAİGNE
Çocukluğumdan beri Karadeniz Pidesi’ni çok severim. Yolum memlekete düşünce ne yapıp edip yeğenimle pidenin kralının yapıldığı ilçeye sefere çıktık.
Büyükçe bir mekan, yeni açılmış, verdik siparişlerimizi. Pidelerimiz gelene dek mekandaki dekor nesnelerini yakından incelemeye başladık.
Bu sırada bir kitap standıyla karşılaşınca biraz tuhafıma gitse de hayırdır inşallah! dedim içimden. Stanttaki kitaplar hep aynı. Önce, mekan sahibi tanıtım için kalın bir broşür bastırmış sandım. Öyle değilmiş. Bildiğimiz kitap! Ve arka kapağında da fiyatını gösterir satış etiketi var ki bir porsiyon pide fiyatına eşit.
Önce sevindim doğal olarak. Pideci ama kitap yazmış, ne güzel. Kitabı inceledikçe güzel ve kitap kelimesine ne kötülükler yaptığımızı anlıyorum dilimizle!
Adam, bizlere yedirdiği pidelerden kazandığıyla tutmuş, ahdetmiş “kitap” yazmış. Kitap değil başka bir şey ama ne olduğunu bilemiyorum.
Kitabın içinde neler yok ki; aforizmalar, denemecikler, meydan okumalar; diline geleni kitaba koydurmuş yazar.
Hani toplumdaki cinsiyetçi bir söz var ya; elinin hamuruyla diye, işte bu sözü söylemek şart bu durumda da “yazar” derse ki; Para bende, bastırdım!… En iyisi pideyi yiyip bir an önce mekandan uzaklaşmak. Artık pide deyince aklıma hep Taşralı Montaigne geliyor, elimde değil!
FAŞİZM YIKILMAK İÇİNDİR!
12 Eylül’ün günahlarının hepsi kayıt altında değil henüz. Derdini anlatan, derdi anlatılan 12 Eylül mağdurları varsa da, anlatılmayanlar da çok 40 yıl geçmesine rağmen.
Hapisleriyle, işkenceleriyle ne yaptıysa 12 Eylülcüler O’nun inancını alamadılar elinden. O şimdi yalnızlığıyla, acılarıyla ama hiç kaybetmediği devrime olan inancıyla Karadeniz’in deli dalgalarına bakıp bakıp hüzünleniyor zaman zaman.
Bir gün telefonda konuşurken, “Bu bilgileri mezara mı götüreceğim Naim abi? Gençler okuyup faydalansın, böyle insanlar da yaşamış bu ülkede desinler. Daha kaç yıl yaşayacağız ki?” deyiverdi.
Bu konuşmaya bizi, benim yayınlamış olduğum kitaplar getirdi. Yalnızlığında, bizim mahalleyi ve çocuklarını anlattığım kitaplar ona öyle bir enerji ve umut vermiş ki “ Ben de başladım yazmaya,” deyince, “Yaz, bildiğin, düşündüğün gibi yaz,” dedim.
Bir süre sonra aradı beni. Sesi sevinçliydi.: “Defterlere yazdım, ne zaman alacaksın?” dedi. Çok geçmeden alıp getirdim 11 adet harita metot defterini.
En son lisede kullanmıştım bu defterlerden. 11 defteri de doldurmuş kargacık burgacık yazısıyla. Konuların başlıkları büyük harflerle yazılmış. Sonrası ne tür ve ne renk kalem bulduysa onlarla yazılmış rengarenk.
Önce konu başlıklarına baktım. Bizim cenahın tüm ideolojik argümanları var; oligarşi, ulusal sorun, kadın sorunu, faşizm…
Cümleleri okudukça gözlerim doluyor. Anlıyorum O’nun ne demek istediğini. Ben de zamanında aynı tedrisattan geçtiğim için zorlanmıyorum anlamakta. Ancak cümleler hep kırık kırık, yarım kalmış, tıpkı O’nun hayatı gibi.
Her seferinde kitabının ne zaman basılacağını soruyor. Diyemiyorum, bunlardan kitap çıkmaz, diye. Nasıl diyeyim? Bu umut O’nu öyle bir hayata bağladı ki, hissediyorum bunu.
En sonunda, yayıncıyla konuşacağım, diyorum. Zaman yine doluyor. Sonucu soruyor. Nereye kadar erteleyebilirim ki? Tam bu sırada iktidardaki partinin başkanı Cumhurbaşkanı seçiliyor. Soruları karşısında panikleyip; Yayıncı eskiden devrimciydi ama Cumhurbaşkanı seçiminden sonra açık faşizm geldi, deyip şu sıralar bu kitabı basamayacağını söyledi, diyorum sıkılarak. Neyse ki, yayıncıya hak veriyor ama umutlu; Faşizm yıkılmak içindir! diyor.
31 Mart seçimlerinden sonra beni arayıp soruyor: İmamoğlu yeniden kazanırsa faşizm yıkılır, o zaman benim kitabı basacak mı? diyor. Basar herhalde, diyebiliyorum.
23 Haziran gecesi, seçim sonuçları televizyonlardan açıklanınca beni yine arıyor:
-Her şey çok güzel olmadı mı Naim abi?
-Olacak, olacak…
-Faşizm yenildi işte, yayıncı korkmasın bassın benim kitabı.
-Tamam, sen merak etme, deyip kapatıyorum telefonu.
Anlıyorum ki bu umudu, bu heyecanı ben söndüremem. Tek nüsha da olsa, el yazmaları şeklinde bu kitabı bastırmazsam, ben her telefonda perişan olacağım. Varsın gitsin bir emekli maaşım.
***
Okumadığı halde sürekli kitap biriktirmek anlamına gelen Japonca tsudoku kelimesi var. Umberto Eco da insanların alıp okumadıkları kitapları bir süre sonra okuduklarına inanmaya başladıklarını söylüyor.
Anlattıklarımdan sonra belirtmek zorundayım: kitap bastırma hastalığı anlamına gelecek bir kavram-kelime görüyorum ki Türkçede yok. Bu eksikliğin giderilmesi lazım! Sözüm Türk Dil Kurumu’na; TDK uyuma bu boşluğu doldur!