2 Nisan tarihli Financial Times gazetesi, Obama’nın olası bir siber saldırı tehdidini “acil ulusal tehlike” ilan eden bir beyanatını, ilk sayfada, manşetten veriyordu. Rastlantı bu ya, bizde de üç gün önce, bütün ülke, zihinlerde “acaba bir siber saldırı mı?” sorusu uyandıracak şekilde karanlığa gömülmüştü. Aradan geçen günlerde iktidar sözcüleri bu kuşkuları giderecek bir açıklamada bulunmadılar. Aksine, Enerji Bakanı, üç ayrı santralin saniye farkı ile devreden çıkmalarıyla başlayan kararmanın ancak -24 saatin saniye olarak ifadesiyle- 86 400’de bir yaşanabilecek bir “rastlantı” olduğunu söyleyerek bu kuşkuları güçlendirdi. Üstelik “bir daha böyle bir şey yaşanmaz diyemem” diyerek de kuşkuları bir çeşit yarı itiraf haline getirdi.
Aslına bakılırsa bu durum aynı gün Adliye ve Emniyet binalarında yaşanan kanlı olaylardan da vahim idi. Bir de –birçok yorumcunun yaptığı gibi- üç olayın da “aynı merkez”den (?) yürütülme olasılığı düşünülürse, yıllar önce kulaklarımızı çınlatan “tehlikenin farkında mısınız?” sloganı yepyeni koşullarda tekrar gündeme geliyor demektir.
***
Şurası açık: Bir ülkenin siber saldırıdan korkması için onun çok koyu ve işbilir düşmanları olması gerekir. Maalesef bizim de var. Eksik olmasın, “komşularla sıfır sorun” formülüyle yola çıkan AKP yönetimi son beş yıl içinde çevremizde dost ülke bırakmadı. Yine de kabul edelim ki düşman var… düşman var. Ve varılan noktada AKP Türkiye’sine en büyük hınç besleyen ülkenin Suriye olduğu kolayca söylenebilir. Esad, ABD’nin ünlü Foreign Affairs dergisinin son sayısında (Mart-Nisan 2015) yayınlanan söyleşisinde Erdoğan’ın “fanatik bir Müslüman Kardeşler yanlısı” olduğunu iddia etmişti. Tam da el Nusra’nın –Suriye’ye göre- Türkiye ve Ürdün’ün yardımıyla, Hatay’a sınır komşusu İdlib şehrini ele geçirdiği sırada.. Tam da Türkiye’de yandaş medya, “Muhalif Çatı Birliği Fetih Ordusu”nu İdlib’i aldı ve şehirde “hayat normale döndü” diye alkışlarken.. Ve Yeni Şafak’ta bir aklı evvel, “İdlib’te Suriyeli muhaliflerin aldığı zafer sonrası, Türk Baasçıların nasıl da öfkeden deliye döndüğünü” ilan ederken.. Bu arada Arap Birliği kuvvetleri de Yemen’de İran yanlısı güçlere saldırırken..
Anlaşıldı; artık İran da –geçmişte izlenen inişli çıkışlı politikadan sonra- Türkiye’nin bölgedeki yeminli düşmanları arasına girmeye aday görünüyor.
***
Şimdilik durum şu: İran’a yakın Şii (Zeydi) milisler, Türkiye’ye binlerce km uzakta, Yemen’de, IŞİD’e, el Kaide’ye karşı savaşıyor ve TC Cumhurbaşkanı kükrüyor: “İran tahammül sınırlarını aştı (…) bölgeyi domine etme gayreti ve çalışması içinde. Buna müsaade edilebilir mi? bir yandan IŞİD, diğer yandan İran Devrim Muhafızları ile uğraşılıyor”. Kısaca Tayyip Bey için ha IŞİD, ha İran.. Ve bizler de korkuyla hatırlıyoruz; geçtiğimiz Ekim ayı başlarında, Erdoğan, Kobani’de ölüm kalım savaşı veren Kürtler hakkında da “Ha Kürtler, ha Işid!” demişti ve Demirtaş da isyan etmişti. Sonuç: elliden fazla ölü, yakılan yıkılan iş yerleri, okullar vb.. Bu kez hedef tahtasında PYD ve PKK değil, seksen milyonluk bir sınır komşumuz var.. Onlar da öfkeli ve “buraya gelmeyin!” diye işaretler veriyorlar.. Fakat Erdoğan böyle işaretlere alışık; kendinden emin, “o kararı biz veririz!” diyor.. Bu arada da Arap Birliği ordusunun Yemen’i bombalamasını savunuyor..
Peki, Yemen’le neden bu kadar ilgileniyoruz? Bu uzak diyarla nedir alıp veremediğimiz?
***
Aslında Yemen’de büyük sarsıntı 2011’de “Arap Baharı” ile başladı. Mısır ve Tunus’tan sonra ayaklanma Yemen’e de sıçramış ve ülkeyi ABD’nin koruması altında, otuz üç yıl, demir pençe ile yöneten Abdullah Salih kaçarak Suudi Arabistan’a sığınmıştı. Sonra, 2012’de seçimler yapıldı ve yardımcısı Mansur Hadi tek aday olarak katıldığı seçimlerde neredeyse oyların tamamını (% 99,8) aldı ve Devlet Başkanı oldu. Ne var ki bu seçimler de istikrarı sağlamaya yetmemişti. Güney Yemen kökenli silik bir şahsiyet olan Mansur Hadi kendi bölgesinde bile huzuru sağlayamadı. Ve aynen Mısır’da olduğu gibi, burada da yükselen güç, “Islah Partisi” bayrağı altında, Müslüman Kardeşler oldu. Islah Partisi Kuzey ve Güney Yemen’in birleştiği 1990 yılında kurulmuş, tutucu aşiretlere ve belli bir tüccar grubuna dayanan bir partiydi.
Yemen’de Şii azınlık en az binyıllık bir “dini aristokrasi”nin temsilcisi olan Zeydi’lerden oluşuyor ve nüfusun üçte birini teşkil ediyor. İşte Müslüman Kardeşler’e karşı direniş de bunlar arasından çıkan ve kendilerine Ensarullah adını veren Husi milisler tarafından örgütlendi. Savaşı, milisin kurucusu Bedrettin El Husi’nin kardeşi Abdül Malik el Husi yönetiyor.
Aslında kendilerine özgü bir Şia yaşayan Zeydi’lerin doğrudan İran’la bir bağları yok. Fehim Taştekin’in yazdığına göre (Radikal, 2 Nisan) eski ABD Elçisi Barbara Bodin bile “İran’ın dahli çok yeni; Suudi Arabistan, İran nüfuzunu abartıyor.” diyor. Fakat yine de Suud Kralı Selman İran tarafından kuşatılmaktan korktu; Aden’e kaçmış olan Mansur Hadi’nin çağrısına uyarak bir “Arap ordusu” devşirdi ve Husi’leri bombalamaya başladı.
Zavallı Yemen! 20 Mart’ta da, IŞİD, Zeydi hedeflerine 142 kişinin öldüğü bir suikast düzenlemişti. Buna paralel El Kaide vahşeti de cabası..
Bütün bunlar anlaşılıyor da, Türkiye Yemen’de ne arıyor? orası pek anlaşılmıyor. Erdoğan, neden –üstelik İran doğrudan işin içinde değilken- bu kadar öfkeli konuşuyor? Neden savaş nutukları atıyor? Bilmem bu müdahalenin akçalı nedenleri de var mıdır? Fakat biz ayan beyan görünen nedeni hemen söyleyelim: Yemen’de Müslüman Kardeşler tehlikede! Doğrudan yardım edemezsek de eder gibi görünmeliyiz. Daha iki gün önce Cumhurbaşkanımız Slovakya’da bile Rabia işaretleri yapmıyor muydu?
Tabii bir de Tevekkül Karman Hanım var. Yemenli Müslüman Kardeşlerin parlayan yıldızı. 2011 Nobel Barış ödülünü paylaşan üç kahramandan biri. Arap Baharı’ndaki kavgacı ruhu ile ve kadın hakları savunucusu olarak.. Bilmem, Karman, “kadınlar fıtraten erkeklerle eşit değildir” diyen Erdoğan’ı duymuş mu? Fakat duymuş olsa bile kuşkusuz onu gayet iyi anlayacak bir konumda.. Üstelik, Tevekkül Hanım Türk de olmuş; Hilal Kaptan’dan öğrendiğimize göre, “Türk vatandaşlığı, Nobel’den daha değerli”dir diyerek…
***
İşte böyle. TC Cumhurbaşkanı Yemen’de insanlık ve kadın davasını savunuyor; “Dava” arkadaşları ile beraber. Bir komşusunu daha Türkiye’ye düşman ederek.. Bu arada ülkesinde büyüme oranı düşüyor, işsizlik ve enflasyon artıyor, her gün yeni bir cinayet işleniyor ve bir günde -nedeni anlaşılmadan- ülke karanlığa boğulabiliyor..
Ne gam!
“Yeni Türkiye”ye doğru, dünya çapında düşünüyoruz! Ve bu kadar büyük sorumluluklar da büyük yetkiler gerektiriyor.. Örneğin Türkiye koşullarına uygun bir “Başkanlık sistemi” gibi.. Sanırım 7 Haziran’a kadar seçmenler mesajı alacaklardır.. Görmüyor musunuz, şimdiden Yemen’e kadar uzandık! Bakmayın siz atalarımızın “giden gelmiyor” dediklerine..