Hani “delinin biri kuyuya bir taş atmış, kırk akıllı çıkaramamış!” derler ya, Amerika’nın keşfi meselesi de bizde biraz bu hikâyeye dönüştü. Üstelik taşı atan da deli filan değil; ünlü bir alim: Profesör Fuat Sezgin.
Fuat Sezgin gerçekten de saygın bir bilim adamı. 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra “147’ler” arasında üniversiteden uzaklaştırılmış; Almanya’ya yerleşmiş; orada profesör olmuş ve Goethe Üniversitesi’ne bağlı Arap-İslam Bilimleri Tarihi Enstitüsü’nü kurarak bu alanda değerli eserler vermiş. Hatta bir de müze kurmuş. Geçtiğimiz günlerde de dilimize çevrilen bir eserinin tanıtımı için İstanbul’da bulunuyordu. Gülhane’de düzenlenen basın toplantısında şu bulgusunu tekrarlamış: Amerika’yı Kolomb değil, ondan üç yüz yıl kadar önce, 1178’de, bir Arap gezgin keşfetmiştir.
Amerika’nın keşfiyle ilgili yeni iddia sahibi gerçekten parlak bir bilimsel geçmişe sahip; fakat yine de şurası açık: Ülkede fırtınayı Prof. Fuat Sezgin değil de, Tayyip Bey kopardı. Sezgin’in orijinal buluşunu devlet başkanı sıfatıyla dünyaya ilan ederek! Tabii Fuat Bey tüm bilimsel ağırlığını ortaya koyarak “Amerika’yı aslında Müslüman bir Arap keşfetti” demeseydi, Tayyip Bey de asla böyle bir açıklamada bulunamazdı; o da ayrı mesele. Her ne ise, bu bilimsel-siyasal işbirliği bir fırtına yarattı ve tartışma hala sürüyor.
Fuat Bey gayet memnun; fakat bir hayli de kırgın. Kendisinin kurmuş olduğu İslam Bilim Tarihi Araştırmalar Vakfı’nın davetiyle İstanbul’da iken yaptığı basın toplantısında içini iyice dökmüş: “Bunu yazdım, diyor, fakat bugüne kadar milletimden tek seda bana gelmedi. Bunun teessürü içindeyim. Ben bunlarla sizi harekete geçirmek istiyorum. Allah size bir hayat vermiş fakat bunu iyi kullanmıyorsunuz. Bunu iyi kullanmanız için heyecan vermek istiyorum. Kitapta yazılan her şey doğrudur. Gelecek zamanlarda bunların müdafaasını yapmaya kendinizi hazırlayınız.”
Hayli acı sözler; ders niteliğinde.. Bu yüzden de kimse Fuat Bey’e “Ne hakla böyle bizleri azarlar gibi konuşuyorsun?” diyememiş. Âlimimiz kendisinin haklı olduğuna inanıyor ve bunu da, Bilal Erdoğan’ın yanında, şu sözleriyle ifade etmiş: “Ben Türk milletinden neyi beklerdim biliyor musunuz? Yanımda, Cumhurbaşkanı’nın oğlunun yanında söylüyorum. Bana Türkiye’nin en büyük mükâfatını vermeniz lazımdı, fakat bunu veremediler, veremiyorlar. Bana Almanlar Goethe plaketi verdiler. Ondan bir sene sonra Almanya’nın birinci derecede ödülünü verdiler.”
Görüldüğü gibi Fuat Bey pek de mütevazı sayılmaz; bizlere dersler veriyor; fakat fazla kötümser de değil; “Sizler uyuyordunuz; diyor; maalesef bu kitabın varlığından haberdar değildiniz”. Ve şunları da ekliyor: “Kapılarına kadar gittim, bu kitabı tercüme ettirin dedim; ama dinletemedim. Şimdi Türkiye’de bir uyanma başladı; tünelin sonunda ışığı görmeye başlıyoruz demektir. 30 sene evvel bu kitap çıkmış olsaydı, bugünkü Türkiye’nin durumu başka olurdu”.
Bana sorarsanız şu anda “kaybolan yıllarımızı” arayacak halimiz yok gibi görünüyor; daha çok bugünü kurtarmaya çalışıyoruz. Üstelik yüz yıllar önceki Arap-İslam bilimini ve keşiflerini öğrenmekle “durumumuzun neden başka olacağını” anlamış da değilim. Şahsen konuya çok farklı bir pencereden bakıyorum. Anlatmaya çalışayım.
Aslında Amerika’nın keşfi sorunu yeni bir şey değil; Batı’da da çoktandır tartışılıyor; fakat bu tartışmalarda rahatsız edici nokta şu: Bu sorun sanki ortada bomboş bir kıta vardı da, nispeten yakın bir tarihte keşfedildi gibi ele alınıyor. Oysa Amerika’nın keşfi sorunu paleontolojik bir sorun ve bu kıtayı insanlar aslında binlerce yıl önce “keşfettiler”. Sadece keşfetmekle de kalmadılar; oraya yerleşerek çeşitli uygarlıklar kurdular. Avrupalı “Conquistador”lar gelmeden önce orada “Kolomb öncesi uygarlıklar” vardı. Günümüzde de paleontologlar, arkeolojik ve genetik araştırmaların yardımıyla, bu kıtanın ilk yerlilerini bulmaya çalışıyorlar. Örneğin yakınlarda İllinois Üniversitesi’nden 21 araştırıcının bulguları yerli halkın genetik homojenliğe sahip olmadığını ve ilk yerleşmelerin günümüzden 15 bin yıl öncesine kadar uzandığını ortaya koydu. Bu konuda en ayrıntılı çalışmaları da Batılı bilim adamları yaptılar ve bu alanda zengin bir literatür oluştu. Ayrı bir uzmanlık alanı..
Peki bu durumda neden hep Kolomb’dan söz ediliyor? Neden hep onun adı ön plana çıkıyor?
Çıkıyor; çünkü Kolomb ile birlikte, kıtayı, bu kez de ticarette ve denizcilikte büyük atılımlar yapmış olan Avrupalılar (yeniden) “keşfettiler” ve bu yeni kıtayı “fethederek” onun kolonizasyonuna yol açtılar. Dikkat edilirse artık burada önemli olan keşfin “kişiselliği” değildi; zaten Kolomb da Amerika’yı değil, Hindistan’ı keşfettiğini sanıyordu. Aslında yerli halkların yok edilmesine götüren bir “kolonizasyon süreci” söz konusuydu. İspanyol Kralı’nın hizmetinde bu süreci başlatan “Kâşif” de, üç gemilik filonun amirali olarak, keşif aşkıyla değil, altın, inci ve baharat aşkıyla yola çıkmıştı. İspanya Kralı ile yaptığı anlaşmayla, ele geçirdiği toprakların Valiliğini ve de tüm gelirlerin % 10’unu garantilemiş olarak!..
Gerisi de şöyle: Kolomb 1500’e kadar Amerika’ya üç seyahat daha yaptı ve sonunda da, din adamlarının şikâyeti üzerine, yerlilere “tiranlık” uyguladı diye azledildi; zincirlere vurularak İspanya’ya getirildi. İddialara göre, ünlü Kâşif, köleleştirmek ve daha fazla sömürmek için yerlilerin Hıristiyanlaşmasını bile istememişti. İşte yüce maceranın trajik sonuçları bunlardı. Daha sonra da, babası Kolomb’un ikinci seyahatine katılmış ve kendisi de çocukluğunda Kolomb’un çocuklarıyla arkadaşlık yapmış başka bir din adamı, Bartolomé de las Casas, Atlantik ötesine defalarca seyahatten sonra, yerlilerin başlarına gelenleri çok daha acıklı bir şekilde anlattı.
Şunu söylemeye çalıştım: Amerika’nın kâşifi olarak Kolomb’un adı, aslında başka bir şeyin, bir kıtanın sömürgeleşme sürecinin simgesidir; yoksa Kolomb’dan önce Amerika’ya giden çok sayıda kimse vardı. Arkeolojik bulgular bunlar arasında Viking’lerin, Bask ve Bröton balıkçıların bulunduğunu çoktan ortaya koymuş bulunuyor. Ola ki bu arada Müslümanlar da vardı. Kişisel planda, ad vererek ise bütün büyük ansiklopediler, Kolomb’dan beş yüz yıl kadar önce Amerika’ya ilk ayak basan “kâşif”in İzlandalı Leif Eriksson olduğunu yazıyorlar. Yani ismini bilmediğimiz Arap gezginden iki yüz yıl kadar önce! Gerçekten de Alman ansiklopedisinde, bütün hikâyeyi özetler biçimde, şu satırları okuyoruz: “Amerika’yı ilk ‘keşfedenler’ (Entdecker) uzun zaman önce Asya’dan gelip boş kıtaya yerleşen ilk yerliler (Indianer) oldular. Bunun dışında, Amerika, Kolomb’dan yaklaşık 500 yıl kadar önce İzlandalı Leif Eriksson tarafından keşfedildi”.
Anlaşıldı, değil mi? Bu bilgiye hemen bütün ansiklopedilerde rastlıyoruz; fakat ben özellikle Alman Wikipedia’sından alıntı yaptım; çünkü öyle anlaşılıyor ki Fuat Bey, yolunu bulup keşfini Almanlara kabul ettirememiş; onlar 1178 tarihi için “çok geç” diyorlar; daha doğrusu böyle bir tarihin sözünü bile etmiyorlar. Yine de sayın profesörümüz başarılı sayılmalı; çünkü Almanlara kabul ettiremediği şeyi bizim cumhurbaşkanımıza kabul ettirdi ve bizler de günlerdir bu buluşu tartışıyoruz.
Peki, güzel de, Tayyip Bey bu iddiayı neden kolayca benimsedi? Neden Batı’ya meydan okurcasına bunu bir gösteriye çevirdi? Galiba bunun yanıtı da açık: Cumhurbaşkanı Erdoğan kendine özgü bir İslam fondamantalizmi içinde bunun zaten başka türlü olabileceğini düşünmüyordu. Ya da Amerika’yi keşke Hristiyanlar değil de Müslümalar kolonize etseydi diye içindeki özlemi ifade etti. Sadece “bilimsel” bir kılıfa ihtiyacı vardı; onu da eksik olmasın, Fuat Bey hazırladı. Ne var ki maalesef şu da var: Kolomb’un temsil ettiği “Conquistador”ların yerlilere zulmünü, daha o tarihlerde, bir vicdani hesaplaşma yaparak bir din adamı anlatmıştı. Oysa aynı tarihlerde Yavuz Sultan Selim de Anadolu’da on binlerce Aleviyi kılıçtan geçiriyordu. Hani şu, Erdoğan’ın hayran olduğu, köprüye adını verdiği padişahımız. Bugünlerde hep “geçmişle hesaplaşma”dan söz ediliyor ya, galiba bu arada bunları da anımsamakta yarar var..