Anılar canlanır usul usul
Anılar çoğalır yalpalaya yalpalaya…
Anılar çoktan olmuştur hâlbuki
Deşilmeye muhtaç havadisler.
Sahi, çocukluk denilen saflık nerede kaldı?
İtiraz etmek günü gelmişse eğer,
Seslenmeli son nefes tedirginliğinde;
Sabıkalı suskunluklar,
Aşmaya koyuldu çoktan billur yaşamları
Ve
Billur yaşamı yaşatanları.
Siluette eriyen kocamış bir sızıdır
Kalbe demirleyen.
Açar yalnızlık tohumları,
Susar çocukluk hatıraları.
Ankara-2014
Oben Can Kutay
Zorunlu kalışlar, hisseli bakışlar, kaçamak sohbetler, medeniyete intikal eden gece yolcuları ve gündüz sevicileri, çadırdan geçici mahallenin görkemli meydanına tüneyen ahali ve o meydanın tüm yaşanılana rağmen hâlâ bir umut besleyen sayıca az olanları..
Bir yaşam pratiğinin amaları, fakatları, olmazlarıydılar her daim. Girişilen onca çabanın ürünü, göçebe yaşam pratiğinde yerleşik bir kültür ve o kültürden bir dem musiki ve her dem çilingir sofrasını andıran tahta masa da muhabbet bağlarının ilk kezmiş gibi keşfi ve tüm yaşanılana zamanın mistik bir şekilde eşlik edişi.
Metin Kaçan romanlarında dile gelen bir yaşam, başka coğrafyada – biz ona Çinçin diyelim – Yılmaz Güney satırlarında biriken duygularla paralellik gösterir. ‘Çukur dolu patika yol’ kavramını hissederler her çadır başında ve seslenirler yurdum insanına; anlatırlar, dinletemezler, susarlar, yeri gelir döverler, dövülürler; fakat kıskanılası bir sabırla yaşar giderler. Ki işin aslı da budur biraz ve işin ehli olmanın belirleyici tek kuralıdır da.
Anadolu’nun orta Karadeniz olarak coğrafya derslerinde ezberletilen bölgesinde pedal çevirirken tanıştım Hüseyin’le, Mesut’la, Ayşe’yle, Mukaddes’le. Yaşları birbirine yakın olan bu dört çocuğun oyun oynarkenki şen bağırışlarıyla dâhil oldum çadırdan mahalleye. Göçebeliğin ağırlığını, belirsizliğini, dışlanmışlığını unutturan çocuk tekerlemeleri, o anda bir kış günü Ankara sokaklarında amaçsızca yürüdüğüm birkaç sene öncesine götürüverdi.
Ankara’ya kışın ilk karı düşmüştü. Çankırı Caddesi’nde bulunan pavyonlar, sanki bu dünyada hiçbir zaman yaşamamış olan insanların geceden kalma çığlıklarını rutinleşen bir şekilde depolamış, bir sonraki gecenin hoyratlığını, çilesini, eğlencesini beklemenin sessizliğini yaşamaktaydı. Her gece kaldırımlarına kuşlama yapılan malum kartlar ki Ankaralılar o kartları çok iyi bilir, caddenin temizliğinden sorumlu temizlik görevlisinin süpürge darbeleriyle faraş görevi gören ortasından kesilmiş bir bidonun içerisine doğru sürüklenerek son yolculuklarını noktalamaktaydı.
Kale’ye yaklaştıkça geceden yağmış olan karın izleri daha da belirginleşiyordu. Ankara’da sihirli bir güzellik bulmuşçasına ilerliyordum bastığım yerlere dikkat kesilerek. Yağmış olan kar kalıntıları buzlanmak için geceyi beklerken, sağlı sollu gecekondular kışa ve soğuğa hazırlıksız yakalanmış gibi tedirgindi. Bacalarından tüten cılız dumanlar bu tedirginliği örtmezken, çocukların sevecen çığlıklar eşliğinde küçük elleriyle yaptıkları kartoplarıyla birbirlerini vurmaya çalışma çabaları, yoksulluğu ve yoksunluğu iliklerine kadar hisseden o mahallenin can damarını oluşturan bir görüntüydü.
Kale’deydim. O an bir sigara yaktım, bir Ankara’ya baktım, bir de şairin ‘birgün kaleye çıkarsanız / sevdiğiniz yanınızda olmalı’ dizelerini anımsadım. Ankara karanlık, büyük bir çukur gibi milyonlarca insanı içerisinde hapsetmiş gibiydi. Havaya karışan gri dumanlar tüm Ankara’nın demir parmaklıklarını oluştururken, o an yine, “kentsel dönüşüm” adı altında ve ‘daha temiz bir şehir’ sloganıyla bu mahalle gibi onlarca mahalleyi yok eden zihniyetin, gözünü diktiği oradaki evlerin bacalarından çıkan cılız dumanları ve kendi sigaramdan yayılan gariban dumanımı düşündüm. ‘En temiz hangimizdik’, sorusunun cevabı zaten belliydi. Şairin dizelerinde bahsettiği kaleden, siluetten başka bir şey değildi Ankara ve sevdiğinizle görebileceğiniz tüm güzelliği katletmişti malum zihniyet.
Yağmış olan kar mahalleliye bir başka çileyi haber etmiş, fakat çocuklarınsa yine bir başka eğlencesi olmuştu.
Hüseyin’in, “abi bu biskiletle kaç yapıyon sen hele bi de” söylemiyle hızlıca sıyrıldım geçmişten. Bilindik sorusuna, bilindik cevap vermemle, Mesut’un, “ohooo abi motorbiskilet nen sürmüyon ki yoruluun bunla” söylemini tebessümle karşıladım. “söyleen ya abi ha yorulmuun bunla”, “gaçvitesdir bu”, “cokparadır bu”, “benimde var biskiletim amma lastigipatlakdır”,.. Mesut’a teker teker cevap verdikten sonra bisikletinin lastiğini onarabileceğimi söyledim. “Nasıılyapacaan ki”, “cocukbiskiletilastigi mi var sende”, “ha abi söyleen ya”. Onarmak için gerekli malzemelerimin olduğunu birkaç cümlede belirterek çadırdan mahalleye doğru yürümeye koyulduk.
Çadırdan mahallenin emekçi sakinlerinin kuşkulu bakışlarıyla biraz ilerledikten sonra, “hoş gelmişsin evladım, talebe misin?” söyleminin denildiği tarafa yöneldim. 70’li yaşlarda gösteren, hafif kamburu belirmiş, iki dudağı arasına sıkıştırdığı sarma tütünüyle bütünleşmiş bir amcaydı sesin sahibi. “Teşekkür ederim amca, evet öğrenciyim, bisiklet turuna çıktım. Yolda sizleri görünce bir selam vermek istedim”. “İyi etmişsin. Ben de seni buralara notlar almaya gelen talebelerden sandım. Bisikletini hele orada bi yere bırak, soluklan, çay iç”. “Sağol amca, adın nedir?”, “af buyur”, “estağfurullah amca, adınızı sordum”, ” haa Mürşit Mürşit”. Mürşit Amca muhtemelen ödev veya tez yazma uğraşı içerisinde olan öğrencilerden sanmıştı beni. Oturduk. Çadıra doğru seslenerek iki bardak çay istedi sonra Mürşit Amca. “Bizim çaylar semaver çayıdır, öyle lokanta çaylarına benzemez. Senin adın nedir talebe”. Son sözcüklerini gülerek noktalarken cevap verdim Mürşit Amca’ya; “Can”. “Tekrar hoş gelmişsin Can”,”hoşbuldum Mürşit Amca”. Mürşit Amca’yla sohbet ederken 50 yaşlarında bir adam çayları getirdi. “Bu da benim büyük oğlandır, adı Musa”. “Merhaba abi”, “hoş gelmişsin”, “sağ olasın”. Musa Abi de boş bir tabureye oturarak sohbete dâhil oldu. Aslen Urfalıydılar, Adana’dan gelmişlerdi, dört ay olmuş geleli, eskisi gibi değilmiş buralar, yevmiye düşükmüş, çocuklar bu yıl önceki yıllara göre çok daha fazla hastalanmış… Sessizlik.
Arabesk fonda hayaller milyonlarcadır, kaset kültürü sırf bunun için bile vardır denilebilir. Eski Yeşilçam filmleri 70’lerin tazeliğine taş çıkartılarak izlenir cep telefonun küçük, fakat seyircisinin çokça olduğu ekranında; hatta mevsimlik mahallenin gençlerine evlenmeden önceki son ödev niteliğinde izletilir. Göçtür, sokaktır ahalinin kalbi ve işin ilginci nicedir bu ahalinin içindedir şiir ve şiir yüklü geçim derdi. Arabalarının arkasında yazan cümleler ki, şahidimdir. Istırabın yükü yârin yanağıdır, bir de gayrı yoktur.
63 plakalı eskice bir kamyona yaslamıştım bisikleti. Bisikletin diğer üç tarafı, çocuklar tarafından etten duvarla örülmüştü. Mesut ve Hüseyin bilgiç bir tavırla arkadaşlarına sohbetimiz esnasında konuştuklarımızı hızlı hızlı aktarırken, çocuklardan biri bisikletin zilini çalma gayreti içerisindeydi, bir başkası da fren kollarını sıkmaya çalışıyordu. “Olum abi bunla her yeriidolanıyomuş”, “benim biskiletintamirinideyapcak”, “Mesut gaçhısyapıyomuş ha abi bunla”, “yavaş gidiyomuş”, “motorbisgilet gibi laan”… Çocuk kahkahaları, sataşmaları, şakalaşmaları.
Dördüncü çayımı yudumlamaya başlamıştım. Sohbetimizin ahalisi artıyor, Mürşit Amca her yeni gelenle tanışmamı sağlıyordu. Urfa ve Adana’dan iş için orta Karadeniz’e gelen ‘mevsimlik işçi’ydi her biri. Yirmi yıldır gelen de vardı, üç yıldır gelen de. Çadırdan mahallenin ahalisinin birçoğu o an kadınlı erkekli farklı farklı yerlerde çalışıyordu, aslında sakindi, birkaç saate kamyonetler gelirdi, bazı günler on altı saat çalışılırdı, bahçe veya tarla sahipleri çoğu zaman acımasızdı, insaflı olanları da yok değildi, çocukların okulu her yıl sorundu, okul bir vardı bir yoktu, hastane bir vardı iki yoktu, su bir vardı üç yoktu, elektrik bir vardı dört yoktu.. Ey hayat!
Tozpembe gerçeklikle suçlanırlar gerçekleri henüz ayırt edemeyenler tarafından, es verilir, gülünür ve İspanyollardan ödünç bir ‘adios’la mendil sallanır. Artık tüm ahali hükümsüzdür, sağ başta çalan davulun sesi, bilinmeyen bir çadırın iki sandalyeden oluşan avlusunda kavalla bütünleşmiştir ve ‘Kent kültürü’ söylemini dillerinden düşürmeyen akademisyen camiasına ukalaca(!) bir selamdır da.
Çaya doymuştum, gerçekleşen sohbetten ötürü de Mesut’un bisikletinin lastiğini onarmayı unutmuştum. Mesut, az ilerimizde üç arkadaşıyla birlikte dış yüzeyi fazlaca yıpranmış olan futbol topunun peşinden koşuyordu, koşarken de hem maç yorumcusu olmuştu, hem de profesyonel futbolcu. Mesut’a bisikletini getirmesi için seslendiğimde, ‘tamam’ dercesine baş sallayarak zaman kaybetmeden elli metre kadar ilerideki çadıra doğru koşmaya başladı. Yanımıza geldiğinde soluk soluğaydı, yarım saat sonrasındaysa bisiklet üzerinde.
Sohbet çemberiyle teker teker vedalaştıktan sonra tekrar pedal çevirmeye başladım. Hüseyin arkadaşlarıyla ‘körebe’ oynamaya gidiyordu. Ayşe ve Mukaddes, saatlerdir aynı yerde kendi başlarına oynuyordu, el sallamayı ihmal etmediler. Mesut ise onardığım bisikletiyle ana yola kadar eşlik etti.
Aylardan Ekim, sokak aralarında çıtlanan çekirdeğin ve boş arazide patlak topun peşine koşturanların çığlıklarını duyar gibiyim.