Oben Can Kutay
Simon Kuper’in, “Futbol Asla Sadece Futbol Değildir” adlı kült kitabı adından da anlaşılacağı gibi futbol kavramını sadece skor odaklı bir spor olarak görmeyip, top peşinde koşanların ve onları tribünde destekleyen binlerin düşünce biçimine derinlemesine bir yolculuğun öyküsüdür. Dünyanın birçok coğrafyasına yolculuk yaparak izlenimlerini aktaran yazar, kitapta adeta futbol kültürü tanımlaması yapmaktadır. Birbirinden farklı birçok insanın ‘futbol’la bütünleşmesini sosyolojik, gayri akademik bir şekilde tüm çıplaklığıyla sayfalara sunması, futbolun bir yaşam biçimi olduğunun aslında bir göstergesidir ve entelektüel geçinenlere de okkalı bir tokattır. Bu düşüncemi belki de Eduardo Galeano, nam-ı diğer futbol dilencisi, “Gölgede ve Güneşte Futbol” adlı kitabında şu sözlerle güçlü kılar: “Futbol, tanrıya ne yönüyle benzer? Hemen söyleyeyim: Birçok insanın ona inanmasıyla ve entelektüellerin ona kuşkuyla yaklaşmasıyla.”
Kuper’in kitabının odağını futbol oluştursa da sayfalarda biriken satırlar ve satırları anlamlı kılan, hiç kuşkusuz insanlarla kurulan doğrudan iletişimdir. Yazar bir nevi yaşadıklarını, tanık olduğu gerçekliği sunmaktadır. Bu yönüyle Che’nin, Motosiklet Günlükleri’yle de aynı karış mesafededir. Aktarılanlar, insanların gerçek hikâyesidir.
Ankara’ya 120 km uzaklıkta, Kırıkkale’den dolaşarak geldiğimiz için de bizim açımızdan 235. km’yi ifade eden ve küçük bir şehir olan Çankırı’ya, bisiklet jantımdan kaynaklanan sorundan dolayı adeta rötarlı varabildik. Siyasal’dan arkadaşım olan Yasemin’in Çankırı’da misafiri olacaktık. Memleketinin her köşesini tanıtmaya aylar öncesinden talip olduğunu belirtmemek de olmaz tabi. Yasemin’in buluşma yeri olarak belirlediği pastaneye vardığımızda, mekân sahibinin bisikletlerimize uygun bir yer göstermesiyle beklediği misafirler olduğumuzu anladık. Çok geçmeden Yasemin de babası Serdar Amca ve annesi Hayriye Teyze’yle birlikte pastaneye geldi. Çankırı Valiliği’nin tam karşısında yer alan pastane, görece merkezi sayılabilecek bir konumdaydı. İçilen çaylar eşliğinde gerçekleşen sohbetler, önce bisiklet ve bisiklet turum üzerine olsa da, zamanla sohbetin seyri Çankırı ve Çankırılılara doğru şekillenerek devam etti. Biten çay bardakları dolusuyla değiştiriliyordu ve pastanenin taze pastaları da masamızda yavaş yavaş eksiliyordu. Serdar Amca yıllarca bu şehirde edebiyat öğretmenliği yapmıştı ve birkaç yıl önce emekliye ayrılarak aşığı olduğu Çankırı’da yaşamaktan mutlu olduğu anlattıklarından anlaşılıyordu. Hayriye Teyze de memur emeklisiydi, Çankırı’nın geçmişte daha güzel bir şehir olduğunu eskiye özlem duyarak anlatıyordu. Anlatılan tarihi mekânları, sokakları, eski Çankırı’yı gezmenin zamanı geldiğinde hep birlikte Serdar Amca’nın 94 model emektar arabasına doğru yürümeye koyulduk. Serdar Amca yol boyu anlatıyordu, gösteriyordu ve o ana kadar sıradan bir taş yığını olarak gördüklerim, bir tarihin şahitliğine tanık olan muazzam yerler oluveriyordu. Eski Çankırı’nın dar sokaklarını arkamızda bırakarak Çankırı Kalesi’ne doğru kısa bir yol aldıktan sonra hem kaleyi geziyoruz, hem de Serdar Amca’yı dinliyoruz. Tüm Çankırı ayaklarımızın altındaydı. Eski şehir kalenin yamaçlarına konumlanırken, yeni şehirde artan nüfusun etkisiyle yayılarak çevremizde bulunan dağlara kadar yayılmıştı. Kalenin tam kuzeyinde yer alan Selçuklu mimarisi Taş Mescit irili ufaklı apartmanların arasından hala seçilebiliyordu.
Arabaya tekrar bindiğimizde Eski Çankırı’nın dar sokaklarında ufak bir gezintiye çıktık. Atölyeler, hikâyesi derin olduğu duvarlarından belli olan mesken yerleri, Osmanlı döneminden kalma medreseler bulunduğumuz çağın anlık da olsa dışına çıkmamızı sağladı. Serdar Amca kısa gezintinin sonunda dışarıdan esnaf lokantasına benzeyen mekânın önüne arabasını yanaştırırken, Çankırı yöresine ait yöresel yemekler tadacağımızın ve yine o bölgeye has olan yarenlik geleneği hakkında mekân işletmecileri tarafından bilgilendirileceğimizi müjdeliyordu. Pirinç pilavı ve kuru fasulye masamıza servis edilirken ana yemek olarak da sarımsaklı et yemeğini istedim. Yemeklerimiz ayran eşliğinde geldikten sonra bir yandan önümüzdekileri yiyorduk, bir yandan da masamıza misafir olan mekân işletmecisinden yarenlik geleneği hakkında bilgi alıyorduk. Son olarak, bizlerin genellikle sindirimi kolaylaştırması için içtiğimiz soda niyetine, bölgeye has bamyadan yedik. Yemeklerin her biri muhteşemdi ve hepsinin yavaş yavaş, dinlenerek pişirildiği anlaşılıyordu. Diyeceğim odur ki; yolunuz Çankırı’ya düşerse sarımsaklı etten ve kuru fasulyeden muhakkak tadın.
Arabaya tekrar bindik ve Taş Mescit’in yolunu tuttuk. Yeni şehir olarak adlandırılan yerleşim yerlerinin arasına sıkışmış, yıllara meydan okuyan duvarlarının bir kısmı restorasyon çalışmaları kapsamında gerçeğine sadık kalınarak yenilenmiş. Güneyine kaleyi alan, tarih barındıran yapının tanık olduklarını aklımdan hızlıca geçiriyorum. Bu gibi durumlarda İvo Andric’in “Drina Köprüsü” romanında geçen hikâyeleri anımsarım nedense ve mekân- zaman kavramları dile geliyor en olağan haliyle.
Yeni şehri de arabayla dolaşıyoruz. Serdar Amca aynı hatipliğiyle anlatımını sürdürürken, metropollerden yabancısı olmadığım gösterişsiz yapıların arasından geçiyorduk. Çankırı gezimiz sonlandığında yine ilk buluştuğumuz pastanenin yolunu tuttuk. Bisikletlerimiz bıraktığımız yerdeydi, Çankırı geceye hazırlanıyordu. Öğle vakti yoğun olan motorlu araç trafiği seyrekleşmiş, kaldırımlarda yürüyen insan sayısı da azalmıştı. Çaylarımız yeniden masaya gelmiş, günün yorgunluğunu atarcasına yudumluyorduk. Biten sohbet, yeni bir sohbetin başlamasına vesile olurken saat de ilerlemekteydi. Serdar Amca’nın, Hayriye Teyze’nin ve Yasemin’in tüm ısrarına rağmen çadır kuracağımızı, yolumun uzun olduğunu, başka zaman misafirleri mutlaka olacağımı belirttikten sonra, bize ayırdıkları gün için hepsine ayrı ayrı teşekkür ederek ayrılıyorum ilk günden beri birlikte pedal çevirdiğim Harun’la birlikte. Ankara Yolu üzerinde bulunan otogara sürüyoruz bisikletleri. Harun yeni günle birlikte bisikletiyle Ankara’ya doğru yolculuk edecekti, işinden aldığı izin tükenmişti. Harun’un biletini aldıktan sonra otogarın içerisinde bulunan yeşil alana çadırlarımızı kurarak günü noktaladık.
Harun’u sabahın ilk saatlerinde yolcu ettikten sonra, ben de rotamdaki güzergâh doğrultusunda pedalımı çevirmeye başladım. Çankırı’dan Eldivan’a hafif inişli çıkışlı yol, Şabanözü’ne giderken de aynıydı. Lastiğim yolda bir kez daha patladı. Bisikletin üzerinde bulunan yük arka jantı her geçen kilometrede zorluyordu. Değiştirmekten başka çarem kalmamıştı ve Ankara’ya zorunlu bir yolculuk kaçınılmaz hale gelmişti. Bisikleti yol kenarında ters konuma getirdim. Tam tamire girişmiştim ki hayvanlarını otlatan altmış yaşlarında bir amca yanıma gelerek bir sorunum olup olmadığını sordu. Başıma gelenleri hızlıca anlattıktan sonra arka jantı ve bir kaç eşyayı da yanımda götüreceğimi anladığından, Ankara’ya Çankırı’dan daha rahat gideceğimi söyledi. Bisikletin arka iç lastiğini bir yenisiyle değiştirerek Çankırı’ya kadar tekrar sürecektim ve orada bir de bisiklete güvenli yer arayacaktım. Yola çıkmadan isminin Nuri olduğunu söyleyen amcayla kısa bir sohbet ederek bisikletten, hayvan yetiştiriciliğinden, çiftçinin durumundan, Çankırı’dan ve köyü hakkında konuştuk. Nuri Amca’yla vedalaştıktan sonra gün içinde geçtiğim yolları ters istikametten pedallamaya başlayarak Çankırı’ya doğru yola koyuldum. İlk su molamı verdiğim çeşme başına tekrar geldiğimde yaşlı bir kadın irice bir bidona su dolduruyordu. Yaşlı kadına selam verdim ve o da bana nereli olduğumu sordu. Başladık sohbet etmeye. Hayli neşeli olan bu güzel nenenin adı Hayhude’ydi ve yaşı 83’tü. “Oğlum ben bu köyde doğdum, babamın evi şuradadır, gelin gittiğim evde onun biraz gerisindedir. Tüm yaşamım burada geçti. Hastalık nedir bilmem, Çankırı’yı da bilmem. Bir gün hasta oldum, Çankırı’ya götüreceklerdi ki, doktor geldi köye, gidemedim Çankırı’ya” şeklinde sözlerini aktarırken hem gülüyor, hem de sağ elinin işaret parmağıyla 83 yıllık ömrünün geçtiği evleri göstermeye çalışıyordu. Suları doldurdum, Hayhude Nene’min ellerinden öptüm ve Çankırı’ya doğru pedal çevirmeye devam ettim.
Mahmut Makal’ın, “Bizim Köy” kitabında aktardığı deneyimlerini anımsadım yol boyu. Yıllar önce yazdığı Anadolu insanlarından biriydi Hayhude Nene ve onun gibi niceleriyle karşılaşacaktım tüm yol boyu. Türkiye’nin birçok bölgesini bisikletimle gezeceğimi, dersini aldığım dönemde yakın zaman önce kaybettiğim hocam Profesör Cevat Geray’a da söylemiştim. “Can kardeş, çok güzel bir deneyim olacaktır senin için, göreceklerin asıl olan gerçekliklerimizdir”, Cevat Hoca’mın bu sözleri de ilk günlerden itibaren vücut bulmaya başlamıştı.
Çankırı’ya vardım ve bisikleti Ankara’dan tanıdığım bir arkadaşım aracılığıyla güvenli bir yere bırakarak otogarın yolunu tuttum. Harun’un saatler önce otobüse bindiği perondan bu sefer de ben otobüse bindim. Anadolu insanının zengin deneyiminden nasiplenmeye birkaç gün ara verdim, dinleyeceğim nice hikâyeleri düşleyerek, insanla kurulan doğrudan bağın hayatın gerçekliği olduğu bilinciyle yeni yolları örmek için gidiyordum Ankara’ya.
…