Ülkede epeydir sürmekte olan katliam mevsimi Kurban Bayramı nedeniyle daha da sertleşeceğinden hiç olmazsa bayram süresince kalabalıklardan uzaklara kaçalım dedik.
Karadeniz kıyısında Bulgaristan sınırına yakın bir köye kapağı atıp sakin bir tatil hayali kurduk. İnzivaya tatile geldik diye sadece pansiyonda odaya kapanıp kitap okuyacak değiliz ya. Çıkıp çevreyi keşfetmek lazım.
Kahvaltı sonrası otomobile bindik, hedeflediğimiz deniz kıyısındaki köye gidiyoruz. Yollar daracık ve virajlı. Sıcak havada camları açıp ormanın cömert oksijen ikramını kabul ediyoruz ciğerlerimize. Ormanlar şehirler gibi değil, insanlardan daha çok diğer canlılara yurt olmuş. Özenerek seyrede seyrede yol alıyoruz doğada.
Otomobilin penceresine elimi koydum, koymaz olaydım! Parmağımda müthiş bir yangı. Baktım arı. Kocaman. Büyüklüğüne bakıp “eşek arısı” diyoruz. Arı, parmağımı soktuktan sonra oturduğum koltuğun tepesine çıktı oturdu. Sema: “ Öldürelim bu arıyı, yoksa yine sokar!” diyor. “ İncittik mi karıncayı” ki öldürelim arıyı? İçimden söylüyorum, zira zaman bu cümlenin seslice söyleneceği zaman değil! Ve buluyorum makul yanıtı: “Zaman kaybetmeyelim sen bas!”
Karşılıklı iki aracın temkinli geçtiği o daracık yolda otomobilin kilometre göstergesine bakıyorum; ibre 150’den 170’i gıdıklıyor. Normalde 100’den yukarda oturduğum koltukta ayaklarımla fren yapan bir tipim. Ama gel gör ki sokan arı eşek arısı, can havliyle yaşasın oportünizm!
Koltuğa da yaslanamıyorum, arı kardeş hâlâ koltuğun tepesinde bekliyor. Arılar nasıl görür bilmiyorum ama yoldan çok ona bakıyorum en arısever bakışımı takınarak. Yoksa kim soktuya gitmek var!
Aslında hayvan severliğimizin bir noter tasdiki yok. Çevremiz bilir, bırak çevreyi IQ testi gibi bir test olsun direkt yıldızlı pekiyi almamız işten değil. Ama sen gel bunu eşek arısına anlat. Arı da bakıyor bana, hem de pür dikkat. Kim bilir o da diyordur belki; insanoğlu bu güvenilmez!
Şimdi doğruya doğru. Dün akşam pansiyon işletmecisi karı kocayla epey bir arı muhabbeti yaptık. İnan olsun ben arılar hakkında tek bir kem söz etmedim. Onlar bizi uyardı; bu günlerde arılar çok dengesiz, dikkatli olun, diye. Hatta ben “ Arılar ölürse insanlar da ölür,” bile dedim. Hâl böyleyken sen kalk gel, üstelik bindiğim otomobile gir ve beni sağ elimin orta parmağından sok. Ben bunları düşünüyorum ama parmak morardı ve sokulan yerde müthiş bir acı var.
Arı eşek arısı olunca, bir de arı sokmasına karşı alerjim olup olmadığını bilmeyince; insan belli etmemeye çalışsa da üç buçuk atıyor hâliyle. Bunun cinsiyetle falan da bir ilgisi yok, peşinen söyleyeyim. Sırf neden bu da değil üç buçuk atmamda. Dile getirmesem de kafamda hep bu var. Çocukluk korkularımdan biri beni tırstırıyor.
Samsun Asri Mezarlığı’nda büyük bir aile kabristanı vardı. Kabristanın büyüklüğünden, mermerlerinden ve mermerlerindeki işçilikten zengin bir aileye ait olduğu belli. Kabristanın ortasındaki mezarın mermer işçiliği müthiş olsa da bana göre mermerin soğukluğunu gidermemiş. Mezarın üst tarafına sanat eseri kıvamında bir mermer levha yapılmış ve üzerine siyah boyayla şunlar yazılmış: ” Bu mezarda yatan merhum ……. …….. ../../…. tarihinde arı sokması neticesinde hakkın rahmetine kavuşmuştur. Ruhuna fatiha.” Şimdi ben haksız mıyım tırsmakta?
Neyse ki bunları düşündüğümü Arşad bilmiyor. Yoksa demez mi bana; “Hani, ‘Ölüm nereden ve nasıl gelirse…’ gelsindi” diye… Anlatmak zor gençlere; bok yoluna gitmenin bir işe yaramayacağını.
Ralli- off road karışımı bu yolculukta; açık farlar, dörtlüler ve korna sesleri eşliğinde sabahleyin gezmek için hedeflediğimiz köye sağlık ocağı bulmak için yıldırım gibi dalıyoruz.
İlk sormada sağlık ocağını bulduk ve hemen kapısına koştuk ki kapı kapalı. Ocağın yanındaki dükkânlara girip çıkıyoruz, nerde bu ocaktakiler diye. Bu arada derdimizi de anlatıyoruz hızlıca. Esnaf hiç oralı değil; biri, “domates sür geçer,” diyor. İçimden küfrederek sağlık ocağının kapısına geliyorum. Sema, bu arada buz almak için bakkala koşuyor.
Ben yoldan geçenlere derdime çare bulmak için sorular soruyorum, tınlayan yok. Çaresizce tekrar ocağın kapısına geliyorum. Şivelerinden anlayıp köyün yerlilerine geçerlerken arı sokmasına karşı kocakarı ilacı soruyorum. Orta yaşlı bir adam: “İyisin, bu kış grip, nezle olman!” deyip sırıtıp gidiyor.
Sokulan parmağımı sıkmayı bırakmadan acı içinde Albert Camus’nun yaşamın hiçliği üzerine yazdıklarını ve trafik kazasında ölüşünü düşünürken bir sese kafamı kaldırıyorum: “Ne düşünüyorsun dayı?” diyen bir genç karşımda bana bakıyor. Boş bulunup: “ Kamüyü düşünüyorum.” deyince, “ Devlet işi böyledir, onlar isteyince gelirler!” yanıtı acımı daha katlanır kılıyor.
Karşı kaldırımdan caddeyi geçip bulunduğum kaldırıma gelen pejmürde kılıklı bir adam bana dikkatlice bakmaya başlıyor. “Bu sağlıkçılar nerde hemşerim?” diye soruyorum. Adam birkaç saniye duruyor ve ağzını açıp heceleyemeden anlamadığım sesler çıkartıyor. Kendime küfrediyorum. “Hay şansımı …… Çıka çıka dilsiz çıktı karşıma.” diye.
Dilsiz gelip sıktığım parmağıma bakıyor. Arı soktu, diyorum. Kendi lisanınca el-kol hareketleriyle konuşuyor. O benim dilimi anladığı halde ben onun dilsizce’sini anlamıyorum.
Dilsiz, sağlık ocağının kapısını yumrukluyor. Ben de peşinden. Oysa ki biraz önce aynı işi biz yaptık. Bu kez dilsiz, ocağın bütün camlarına bağıra çağıra avuç içleriyle pat! pat! vuruyor. Kimse yok.
Bu sırada Sema, buz tutmuş küçük pet su ile geliyor, parmağıma bastırıyorum.
Dilsiz, bizi ellerimizden çekip kendisini takip ettiriyor. Ocağın hemen yanındaki üç katlı bir apartmana giriyoruz. Ben anlıyorum yapmak istediğini. Apartman sağlıkçıların lojmanı. Altı dairenin kapısını güm! güm! yumrukluyoruz; Allah’ın kulu yok.
Üçümüz tekrar sağlık ocağının önüne dönüyoruz. Dilsiz bizi işaretle ocağın kapısında bekletip kendisi ocağın sırasındaki dükkânlara bağıra çağıra girip esnafları dışarı döküyor, atlıyor yola yolu kesiyor, beni göstererek arı soktuğunu anlatıyor dilsizce. Ortalık elli altıya gidiyor. Hayretle bakan kalabalık anlamıyor ama ben artık onu anlıyorum. Çünkü o yüreğiyle, vicdanıyla konuşuyor.
Bu sırada toplaşan kalabalıktan ”112’yi arayın!” diye bir ses duyuluyor. Dilsiz bunu duyar duymaz yanıma koşup ocağın camındaki “112 Acil” yazan afişi gösterip Sema’ya ‘telefonla ara’ işaretleri yapıyor. Sema, telefonda 112 servisiyle konuşup derdimizi anlatıp yerimizi bildiriyor.
Dilsiz beni usulca Sema’nın yanından yan tarafa çekerek; eliyle bel altını gösterip parmağıyla arının soktuğu orta parmağımı işaret ediyor. Önce şaşırıyorum. Aklıma geleni düşününce irkiliyorum. Arkadaş, bunca yıldır benim bildiğim “kör tuttuğunu’ydu” dilsiz ne zaman eklendi bu söze? Ben mi eksik biliyorum?
Neyse ki o sırada ambulans geliyor ve beni ambulansın içinde sedyeye yatırıyorlar. Bu sırada ambulanstaki sağlıkçılardan biri dilsizle gidip Sema’nın otomobilin içine kilitlediği eşek arısını yakalayıp mevcutlu olarak getirip doktora teslim ediyorlar. Doktor eşek arısının boy posunun aşırı olduğunu belirterek adının Latincesini de söylüyor. Peşinden alerji iğnesi, tansiyon ölçümü vb. müdahaleleri yapıp benim çocukluk korkumun devamında beyaz ışığı görmemi engellemiş oluyorlar.
Tedavi sonrası dışarı çıkınca hemen dilsizi soruyorum. Bana sağlık müdahalesi yapılırken ambulansın kapısı kapatılınca bizim dilsiz Sema’yla kendi dilince vedalaşıp gitmiş.
Çevrede aradıksa da sorduksa da bulamadık. Amacım onunla birlikte bir yemek yemekti. O görevini tamamlayan bir melek gibi tüm güzelliğiyle sessizce gitmişti.
Soluklanmak için köyde bir kahveye oturuyoruz. Öğretmen arkadaşım Sezer arayınca, telefonda durumu özetliyorum. Yanıtı ufuk açıcı: “ Hiçbir şey yoksa, bu durumda parmağına işeyecektin abi!” Dilsiz hakkında biraz önce düşündüğümden utanıyorum ama onu daha çok seviyorum.
Tatili bitirip eve dönüyoruz. Bana soruyor arkadaşlarım “O köyde ne var?” diye. “Orada yüreği güzel, vicdanı güzel dilsiz bir adam var,” diyorum hepsine.
İlk fırsatta o köye yine gidip bulacağım o dilsiz adamı ve yüreğinden öpeceğim.